Politik Ekoloji · Politik Ekonomi · Siyaset · Sosyoloji · Tarım-Gıda

Tarımsal Değişimin Sınıfsal Dinamikleri/ Henry Bernstein

çev. Oya Köymen, Yordam Kitap, 2014 (2. Basım), 160 s. notlandıran: Ammar Kılıç

2008’de ilk kez dünya kentsel ve kırsal nüfusları eşitlendi ve kentli nüfus, tarımcı nüfusu geçmeye başladı. Hindistan’da 260 milyon, Afrika’da 200 milyon kişi tarımda çalışıyor ve her iki durum için de bu iktisadi olarak faal nüfuslarının % 60’ıdır. Bu rakamlar dünya tarımsal nüfusunun çok büyük çoğunluğunun günümüzde Üçüncü Dünya’da ya da Güney’de yaşadığını gösteriyor.

Günümüzde “tarım dünya çapında 1,3 milyar insana iş sağlamaktadır, bunun % 97’si gelişmekte olan ülkelerdedir” (Dünya Bankası 2007: 77).1

1 Güney’deki “küçük çift çi” sayısı genellikle, bazen de “köylülerden yana olanlarca” çok fazla abartılır (aşağıya bkz.); örneğin Martinez-Alier (2002) ve Samir Amin (2003) sırasıyla bu sayının 2 ve 3 milyar olduğunu söylerler.

Diğer bir deyişle, bütün çiftçiler, bütün zamanlar için çiftçi değildir. Kırsal kesimde yaşayan birçok insan, sözcüğün tam anlamıyla “çiftçi” olarak nitelendirilmeyebilir. Belki bazı kırsal bölgelerde yaşayan insanlar, belirli zamanlarda ve toprakları ya da diğer üretim araçları olmadığı için sadece “marjinal” olarak çiftçilik yapıyordur. Peter Hazell, S. Wiggins ve A. Dorward (2007:1) marjinal çiftçiliği şöyle tanımlar: “Hane halkının geçinmesi için yeterli iş ya da gelir sağlamakta yetersiz olmak.” Hindistan örneğine dikkat çeken yazarlar, “marjinal çiftçilerin” işlediği toprakların bir hektardan az olduğunu; bu grubun köylülüğün % 62’sini oluşturmasına karşılık ekili toprakların yalnızca % 17’sini işlediğini belirtirler.

“Köylü”, “küçük” ya da “küçük ölçekli” çiftçi ve “aile” çiftçisi terimleri, sıklıkla kolayca kafa karıştırıcı biçimde birbirinin yerine kullanılmaktadır. Bu sadece semantik (anlamsal) bir mesele olmayıp, göreceğimiz üzere, önemli analitik sorunlara ve farklılıklara yol açmaktadır.

Aslında “köylü”ye ilişkin (ve “küçük ölçekli” çiftçi ve “aile” çiftçisi) birçok tanım olduğu gibi, bu terim çok değişik biçimlerde kullanılır ve içinde güçlü normatif unsurlar ve amaçlar barındırır. Örneğin, modern (kapitalist) dünya oluşurken, köylülüğü yıkıma uğratan ya da onların kuyusunu kazan bütün güçlere karşı “köylülerden yana olmak” gibi (Williams 1976). Benim görüşüme göre, “köylü” (ve “köylülük”) terimi normatif değil, analitik kullanımıyla ve iki tür tarihsel koşulla sınırlandırılmalı: (1) Çoğunlukla küçük ölçekli aile çiftçiliği yapılan prekapitalist toplumlar (2. Bölüm’e bkz.) ve (2) kapitalizme geçiş süreçleri (3. ve 4. bölümlere bkz.). Kapitalizmin gelişimiyle birlikte küçük çaplı çiftçiliğin toplumsal niteliğinin değiştiğini savunacağım. Birincisi, “köylüler”, geçimlerini daha büyük bir toplumsal işbölümü ve piyasalar aracılığıyla sağlamak zorunda oldukları için küçük meta üreticilerine dönüşürler. “Geçimlerinin metalaşması” kapitalist gelişimin ana dinamiğidir (bkz. 3. Bölüm). İkincisi, küçük meta üreticileri sınıfsal farklılaşmaya tabidir. Bu süreçlerin tarihsel çerçevesi 3-6. bölümlerde çizilmiş ve teorik temelleri 7-9. bölümlerde incelenmiştir. Sınıfsal oluşumların sonucunda “köylülerin” ya da “aile çiftçilerinin” tek bir sınıftan ibaret olmadığını, daha çok, sınıfsal farklılaşmayla birlikte, küçük (daha küçük) ölçekli kapitalist çiftçilere, görece başarılı küçük meta üreticilerine ve ücretli işçilere dönüştüğünü savunacağım.

Bu çeşitlilik, herhangi basit ampirik bir genellemeyi imkânsız kılmaktadır. Bununla birlikte, bütün yöresel ve belirli ayrıntılara rağmen bu az sayıda örnek tarımsal değişimin daha geniş konularına ve dinamiklerine ilişkin bir fikir vermektedir. Dikkat çekici noktaları şöylece özetleyebiliriz: • Kırsal kesimdeki sınıfsal ve cinsiyetçi farklılaşmalar; • Toprağa ulaşmaktaki, işgücü arasındaki ve emeğin ürünlerinin paylaşımındaki ayrımlar;

• Mülkiyet ve geçim, zenginlik ve yoksulluk;

• Sömürgeci miras ve devletlerin faaliyetleri;

• Tarımsal gelişme yolları ve uluslararası piyasalar (teknoloji, finans ve tarım ürünleri açısından);

• Hegemonya ve eşitsizlik ilişkisi, bunları sürdürmek içinTanzanya’daki “aile içi” (cinsiyetçi) şiddetten, Brezilya’daki örgütlü sınıfsal şiddete kadar, girişilen mücadeleler ve şiddet olayları.

Marx’ın kapitalist üretim biçimini, Kuzeybatı Avrupa’daki sanayi kapitalizmine bakarak analiz etmesi, modern sanayileşme oncesi ve kendi zamanından sonrası için kapitalizmin tarihlerine ilişkin değişik yorumlara ve tartışmalara geniş bir alan bıraktı. Bunların arasında şu konular vardır: • Temel olarak, sanayileşme öncesi tarım toplumlarında, kapitalizm nasıl gelişti? (3. ve 4. bölümler).

• Bir kez sanayi kapitalizmi gerçekleşip yaygınlaştıktan sonra tarımsal değişimler nasıl etkileniyor? (4.-6. bölümler).

Amacım Marx’ın kapitalist üretim biçimi teorisindeki bazı kavramları kullanarak modern dünyadaki değişik ve karmaşık tarımsal tarihleri anlamlandırabilmek. Kapitalizmin tarihsel dünya seyrinden “çok genel konuları” çıkararak bunları, “karmaşık farklılıklar” gösteren belirli tarihlerle ilişkilendirmek ve (antropolog Michael Gilsenan’ın 1982: 51, değişik bir bağlamda kullandığı formülasyonunu ödünç alarak) bir kumaş dokumak.

“The Method of Political Economy” notlarında Marx (1973: 101), “Somut, (…) birçok belirlenimin yoğunlaşmasıdır” der; ya da bunlara “rastgele faktörler” de diyebiliriz.

[D]önemlendirmelerde genellikle yüzyıllar ya da yüzyılın bir bölümü belirtilir; bunlar değişimi tanımlamak için gereklidir ve bunlarsız tarih hakkında düşünemeyiz; ne, nasıl, niçin ve ne zaman değişti, sorularını soramayız. Ama aynı zamanda dönemlendirmede, süreklilik ve süreksizliklere ilişkin karmaşıklıkların anlaşılmaz hale gelme riski de vardır. Bu kitaptaki tarihsel dönemler önemli değişimleri “işaretlemeye” hizmet etmektedir. Bunlar, bir dönemden öbür döneme geçerken her zaman için, önceki döneme göre kimi kapsayıcı ve dramatik bir kopuş anlamına gelmemekle birlikte bazı tarihsel süreçler, diğerlerine göre daha radikal değişiklikleri kapsamaktadır.

[D]ünya tarımsal sistemlerindeki ortalama işgücü üretkenliklerindeki en düşük ve en yüksek verimlilik farkları 1950’den beri çok büyük ölçüde artmaktadır (5.-6. bölümlere bkz.).4

4 Bu uçurum, günümüzde dünya tarımsal mallar ticaretindeki paylarda yansımaktadır. Dünya toplam tarımsal üretiminin % 10’u uluslararası ticarete girmektedir. Bunun içinde ABD ve Avrupa Birliği’nin, her birinin payı % 17; Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda’nın toplam payı % 15; Brezilya, Arjantin, Şili ve Uruguay’ın toplam payı ise % 13’dür. Kısaca, dünya tarımsal ihracatının % 62’si (değer olarak), dünya nüfusundaki payları % 15, dünya tarımsal işgücündeki payları sadece % 4 olan ülkelere aittir (Weis 2007: 21).

Değişik üretkenlik kavramları ve ölçümleri birbirleriyle çelişebilir; örneğin, belirli koşullarda toprağın verimliliğinin, işgücününkine göre daha geçerli olup olmayacağı gibi. Yukarıdaki basit örnekte sahra altı Afrika’ya göre ABD’deki ortalama ürün verimleri anlamlı ölçüde yüksek olmakla birlikte bu fark, işgücü verimliliğindeki olağanüstü uçuruma göre daha azdır. Başka bir örnek, başlangıcı 19. yüzyıla uzanan enerji hesabı yanında, yakın zamanlarda yapılmaya başlanan atmosferle ilgili hesaplamalar gibi çevresel kaygıların da üretkenlik ölçümlerine girdiğinde görülür. İşgücü sürecinin diğer ucundan başlarsak –girdi yerine, ürünü sabit tutarsak– göreli verimlilik, belirli bir enerji ya da kalori değeri olan, belirli miktar ürün üretilmesi, enerji birimi olan kalori ölçütü kullanılarak hesaplanabilir. Örneğin bu durumda, daha düşük verimlilikteki ve çok daha düşük işgücü üretkenliğiyle (dolayısıyla daha az sayıda insana besin sağlayan) çapayla tahıl ekimi gibi “düşük girdili” çiftçiliğin, “yüksek girdili” makineli tahıl üretiminden daha verimli olduğu düşünülebilir.

Üretim ve üretkenlikle ilgili şimdiye kadar işaret edilen yönler, tarımın bazı teknik koşullarına ilişkindi. Ama Marx’ın (1973: 86) belirttiği gibi “politik ekonomi, teknoloji değildir” ve şu ana kadar çiftçilerin faaliyetlerinin, nasıl diğer insanlarla ilişkili olduğu hakkında bir şey söylemedim. Üreticiler çalışma sürecinde, aletleri ve hammaddeleri kullanırken, ektikleri toprakları ya da hayvanları otlatırken, bunların kendilerine mi yoksa başkalarına mı ait olduğu; emekleriyle ürettikleri mahsul üstünde ne tür hak talebinde bulanabildikler gibi sorular, üretimin sosyal koşullarına işaret etmektedir.

Üretim ve yeniden üretimin sosyal ilişkilerine dair politik ekonominin dört temel sorusu şunlardır:

1. Kim, neyin sahibidir?

2. Kim, ne yapıyor?

3. Kim, ne alıyor?

4. Kimler aldıklarıyla ne yapıyorlar?

Tarihin değişik dönemlerinde, değişik toplumlarda, “sahip olmak” ve “mülkiyet”in değişik anlamları olmuştur. • Ozel olarak sahip olma ve ozel mülkiyete ilişkin belirli fikirler ve pratikler, kapitalist sistem altında icat edilmiş ve özellikle çift çiliğin temeli olan toprakla ilgili tanımlarda kullanılmıştır. İleride göreceğimiz gibi toprağın özel mülkiyete –metaya– dönüştürülmesi kapitalizmin tanımlayıcı özelliklerinden biridir.

Marx, kapitalizmde işçilerin, üretim araçlarının sahibi kapitalistlere işgüçlerini ücret karşılığında satıp satmamakta “özgür” olduklarını söyler. Tabii böyle derken, inceden inceye alay ediyordu: Kapitalizmde işçiler (örneğin kölelerden farklı olarak), yasal olarak özgürdür; ama ya işgüçlerini ücret karşılığında değiş tokuş etmemeyi “seçerlerse” ne olur? Onun dikkat çektiği nokta, daha önceki kölecilik ya da feodalizmdeki serflik gibi sınıflı toplumlarda işgücünü bağlayan yasal ve siyasal zorunlulukların yerini kapitalizmde “iktisadi güçlerin yavan zorunlulukları” almıştır; işgücünü sat ya da açlıktan öl –“seçim!” senindir. S.40

Kapitalist üretimin toplumsal koşulları, sömürü ve birikim, kapitalizm öncesi toplumlardaki var olan imkânlarla sağlanmıştır. Bu nedenle ilkel birikim, tipik olarak “piyasa dışı” ilişkiler ve dinamiklerle ya da “ekonomi dışı baskı”larla tanımlanırken, bundan farklı olarak gelişkin kapitalizmdeki, iktisadi güçlerin piyasa kaynaklı zorunlulukları vurgulanmıştır. 41

Kapitalizmin Kökleri 1: İngiliz Değişim “Yolu”

Köylüler geçimlerini, feodal toprak sahiplerine rant ya da vergi ödeyerek, küçük çiftliklerinden sağlar; aynı zamanda toprak sahiplerinin büyük topraklarında angarya ya da emek rant biçiminde çalışmak zorunda kalabilirlerdi.

Kapitalizm öncesinde de tarımda çeşitli toprak kiralama biçimleri vardı ve günümüzde Üçüncü Dünya ülkelerinin bazı bölgelerinde, özellikle Asya’da 1. Bölüm’de bahsedilen Bangladeşli ortakçı örneğinde görüldüğü gibi hâlâ yaygındır. Bu tür kiracılar genellikle küçük çiftçilerdir. Oysa İngiltere’de tarımsal kapitalizme geçilirken göze çarpan özellik, kiracı çiftçilerin yeni doğmakta olan tarımsal sermayeyi temsil etmesidir. Diğer bir deyişle, tarım için topraklarını ticari amaclarla kiralamışlar; kâr etmek ve birikim sağlamak üzere meta üretimine yatırım yapmışlardır. Kısaca onlar üretken sermayeyi temsil ediyordu; böylece şu soru akla geliyor: Kiraladıkları çiftlikleri işletmek için gerekli işgücünü kim sağlıyordu? Bu soru bizi tarımsal kapitalizmin üçüncü ve çok önemli bir sınıfına götürüyor: Topraksız emekciler. … Proleterleşmenin zorunlu koşulu olan köylülerin mülksüzleştirilmesiyle girilen ilkel birikim sürecinde topraksız emekçi sınıfı oluştu. İngiltere örneğinde, mülksüzleştirme mekanizması toprağın metaya dönüştürülmesi ve kapitalist kiracı çiftçilere kiralanmasıyla gerçekleşti. Toprakların metalaştırılması, köylü toplulukların hayvanlarını otlattığı, yakacak odununu topladığı, balık tuttuğu, avlandığı ve toprağı işlemesinden sağladığı asgari geçimini takviye ettiği diğer faaliyetlerini yürüttüğü ortak kullanıma açık alanların etrafının çitle çevrilerek, kapatılmasını da içermekteydi. 43

Ancak İngiltere’deki tarımsal değişimler, “klasik” örnek, “özel” bir durum olarak ele alınabilir cunku bu, böyle “dönüşümlerin” ilkiydi. Kısaca İngiliz “yolu”, ortaya çıkış mekanizmaları ya da kapitalist toprak mülkiyetine, tarımsal sermayeye ve proleterleşmiş emekçiye dayanan belirli “üçlü” sınıfsal yapısı bakımından, zorunlu olarak tarımsal dönüşümlerin genel “modelinin” olası örneğini sağlamaz. 43

Diğer Dönüşümler: Prusya ve Amerikan “Yolları”

Lenin (1870-1924), “Prusya” ve “Amerikan” yolları olarak adlandırdığı (Lenin, 1964a) örneklerin üstünde durmuştur. İlkinde kapitalizm öncesi (feodal) toprak mülkiyeti kendisini kapitalist meta üretimine ve önceki köylü işgücünü, bağımlı ücretli işçilere dönüştürmüş, başka yoksul kırsal bölgelerden de mevsimlik tarım işçileri kullanmıştır.8 19. yüzyılda Almanya’nın doğusunda Polonya’dan göçmen işçi kullanımı örneğine de dayanarak Lenin, buna “Prusya yolu” demiştir.

ABD’de tarımsal kapitalizm, feodalizmin dönüşümü sonucunda doğmadı. Geç 18. yüzyıldan itibaren bir zamanların bağımsız küçük çiftçilerinin, ABD’nin kuzeyinde giderek gelişen meta ilişkilerinin iktisadi zorunluluklarına maruz kalmasıyla kapitalist çiftçilik doğdu (Post, 1995). 44

Diğer Dönüşümler: Doğu Asya “Yolları”

Byres (1991) aynı zamanda Tablo 3.2’de özetlediğimiz, Japonya ve (Güney) Kore’nin kapitalist sanayileşmelerinin tarıma özgün katkılarına dikkati çekmektedir. Bu örneklerde, ortak kullanıma açık toprakların etrafı çitle çevrilerek köylülerin mülksüzleştirilmesine dayanan “İngiliz yoluna” benzer bir tarımsal kapitalizme geçiş olmamıştır. Buralarda sanayileşme için ilkel birikim, Preobrazhensky’nin (1965: 85) tanımına göre “devletin köylülere yıkıcı vergiler koyması ve boylece elde edilen imkanların bir bolumunun sermayeye donuşturulmesiyle” gerçekleşmiştir (altını ben çizdim/abç).9

Değişimin farklı “yollarının” örnekleri, tarihsel çeşitliliği ve karmaşıklığı göstermekte, incelemeleri ilgi çekici kılmaktadır. Örneğin, Doğu Asya örneğinde köylü tarımının “artıdeğerinin” bir bölümü kapitalist sanayileşmeye katkı için kullanılırken, İngiliz, Prusya ve Amerikan “yollarında” görüldüğü gibi tarımsal kapitalizme geçiş olmamıştır. Bu deneyimler daha kapsamlı sorulara yol açmaktadır: • Kapitalizmin gelişmesi (her zaman) önce (İngiliz örneği gibi) tarımsal kapitalizme geçişi gerektirir mi?

• Kapitalizmin gelişmesiyle tarımsal değişim süreci arasında (i) değişimin itici güçleri ve (ii) bu değişimlerin gerçekleştiği topraklardaki üretim biçimleri açılarından bir dizi olası bağlantı olabilir mi?

• Kapitalizmin gelişimi teorik ve pratik olarak (i) yukarıda özetlendiği gibi değişik “ulusal” (İngiltere, Prusya, ABD, Japonya, Kore) yollarla mı ya da (ii) kökenleri değişik zamanlarda ve yerlerde olan oluşumların etkileriyle ve daha sonra kapitalizmin bir “dünya sistemi” olarak gelişimiyle mi daha iyi anlaşılır? S.47

Kapitalizmin Kökleri 2:

“Ticari Kapitalizmin” Uzun Yürüyüşü

Kapitalizmin kökleri ve gelişimine ilişkin bu farklı yaklaşım, 12. yüzyıldan, bazı bilim insanlarına göre de 15. yüzyıldan itibaren modern sanayileşme öncesi uzun “ticari kapitalizm” tarihlerini merkeze alır. Açıkça Marksist terimlerle geliştirilen bu yaklaşım, Jairus Banaji (2010) ve farklı üslupla, finansal birikim döngülerine ve devlet oluşumuna daha fazla, sınıf ilişkilerine ve emeğe daha az vurgu yapan Giovanni Arrighi’nin çalışmalarında (1994) görülür. Jason Moore’un iddialı projesi (Moore, 2003, 2010a, 2010b), kapitalist gelişimin bu uzun tarihini, birikim biçimleri, bunların yaygın bir coğrafyadaki “meta sınırları” (çiftçilikte, ormancılıkta, madencilikte, enerjide) ve ekolojik değişim arasındaki bağlantılar açısından açıklamayı amaçlamaktadır. 47-8

Ticari kapitalizmin uzun tarihindeki en önemli aktörler, topraklarında belirli ürünlerde meta üretimini örgütleyen aristokrat (daha sonra sömürgeci) toprak sahipleri (Banaji, 1997), zanaatkârlara ve diğer imalatçılara kredi ve malzeme sağlayan tüccarlar (Banaji, 2007), madencilik ve ormancılık gibi doğal kaynakları işleme faaliyetlerindeki sermaye (Moore, 2003, 2010a) ve Arrighi’nin (1994, aynı zamanda Banaji, 2007) vurguladığı, bütün bu gelişmeleri doğrudan ya da dolaylı olarak finanse eden sınıftır. İddiaya göre bunların hepsi gerçek kapitalistlerdi: Kâr amacıyla emekçiyi sömürüyor; üretimi artırmak için yatırım yapıyor ve genellikle üretkenliği artırıyor; meta üretimi ve bunların pazarı için yeni tesisler kuruyor ve finansman sağlıyorlardı.10 Bütün bu gelişmeler, modern sanayi sermayesinin doğuşundan önce ya da birçok durumda İngiliz “yolu” dönüşümünün ortaya çıkardığı yeni tür tarımsal sermayeden önce ya da bundan bağımsız gerçekleşiyor. 48

İşgüçlerinden ya da çalışma kapasitelerinden başka hiçbir şeyi olmayanlar (proleterler), asgari geçimleri (yeniden üretme araçları) için, bu yeteneklerini ücret karşılığı satmak zorundadır. Ama kapitalizme geçişlerde küçük çiftçiler, topraklarını (ve diğer üretim araçlarını) zorunlu olarak kaybetmeden de, meta ilişkileri ve piyasalar dışında, kendilerini yeniden üretme kapasitelerini yitirebilirler. Gerçekten de Robert Brenner’in (2001) deyimiyle “asgari gecimin metalaşması”, genellikle “proleterleşme” kavramlarının dayandığı doğrudan mülksüzleşmeye göre, emekçinin bütünüyle sermayenin egemenliği altına girmesine daha kapsamlı bir temel sağlayabilir. Aslında “özgür” ücretli işçilik koşulları, geçimin metalaşmasının, en “ilerisi” olsa da, yalnızca bir biçimini göstermektedir. 49

Banaji’nin savının özü, değişik tarihsel koşullarda, plantasyonlarda köle emeği kullanılarak yapılan meta üretimi dahil, sermayenin, emeği çok çeşitli toplumsal düzenlemelerle sömürebildiğidir. 49

Dahası, bu karşılaştırmalar “topraksız emekçi”, “kiracı çiftçi” ve “küçük köylü” gibi kategorilerin sosyal gerçeklik karşısında ne kadar değişken ve belirsiz olduğunu göstermektedir; çünkü aynı insanlar farklı zamanlarda bu konumlar arasında gidip gelmekte ya da aynı zamanda bu kategorilerin içinde yer almaktadır. “Özgür” ve “özgür olmayan” emek arasındaki varsayılan sınırlar da benzer biçimde değişken ve muğlaktır. Yukarıda açıklanan “özgür”, proleter ücretli emekçi, kapitalizmde en “ileri” işgücü biçimi olmayı hâlâ sürdürmekte ve kapitalizm geliştikçe göreli ağırlığı artmaktadır ama bu, sermayece sömürülen yegâne işgücü türü olmadığı için, kapitalizmin köklerinin ve gelişiminin özgün bir tanımlayıcı özelliği olamaz. 50

Değişim “Yolları” ve “Tarihsel Dünya” Kapitalizmi

En son olarak “ticari kapitalizmin” uzun tarihine odaklananların savı, tam da köklerin “tarihsel dünya” kapitalizminde yattığı ve bunun zorunlu olarak uluslararası ticaret ve finans düzenlerinden evrildiğidir. Bunun iyi bir örneği Arrighi’nin dünya kapitalist sisteminde birbirini izleyen dört “birikim rejimi”dir (Arrigh ve Moore, 2001): Ceneviz-İber (15.- erken17. yüzyıl), Hollanda (geç 16.-18. yüzyıl), Britanya (18. yüzyıl ortası-erken 20. yüzyıl) ve Amerikan (geç 19. yüzyıl- hegemonya ya da egemenliğinin 20. yüzyılın sonundan itibaren zayıflaması ?). 50

Tüccarlar, Köleler ve Plantasyonlar (17.-18. yüzyıllar)

17. yüzyıl boyunca Kuzey Amerika’daki İngiliz çıkarlarını temsilen İngiltere ve Hollanda’nın Karayipler’deki faaliyetleri sonucunda sömürgeci yeni yerleşim biçimleri oluştu, üretim ve ticaret gelişti. Örneğin, İngiliz Kuzey Amerika’sındaki Virginia kolonisinde ilk kez Avrupa’dan çıraklık sözleşmesiyle getirilen bağımlı işgücüyle, daha sonra Afrika’dan getirilen kölelere dayanan bir plantasyon ekonomisi kuruldu. Amerikan kolonilerinden gelen tütün ve pamuk, Karayip Adaları’ndan gelen şeker, Britanya ekonomisi ve özellikle doğmakta olan imalatçılar sınıfı açısından, Asya ticaretinden gelen lüks baharat ve ipekli kumaşlardan daha önemli olacaktı.54

Özetle, 17.-18. yüzyıllarda “Avrupa’nın genişlemesi” yoğunluk kazandı ve belirgin bir uluslararası işbölümü oluştu. Sömürgecilik, Latin Amerika’da İspanyol ve Portekiz hükümdarlıkları dışında, çoğunlukla devletlerden ziyade tüccar şirketlerince yürütüldü. Tabii Avrupa devletleri –İngiliz ve Hollanda Doğu Hindistan şirketleri gibi– tüccarları siyasi, diplomatik, askeri ve hepsinden önemlisi donanma güçleriyle desteklediler.55

Sanayi Kapitalizmi ve Modern Emperyalizm

(19.-20. yüzyıllar)

Afrika, son büyük sömürgeci yayılımın hızı bakımından bir örnektir. 1876’da Avrupalı güçler, önce Akdeniz’e komşu kuzey bölgelerde ve daha sonra Güney Afrika olmak üzere Afrika’nın yaklaşık % 10’unda egemendiler. 1900’e gelindiğinde kıtanın % 90’ını egemenlikleri altına almışlardı. 1884-5 Berlin Konferansı’yla resmileşen “Afrika’nın kapışılması”, dünya ekonomisinin, sanayi kapitalizminin ilk büyük iktisadi büyümesinin ardından gelen geç 19. yüzyıl Avrupa büyük depresyonu (1873-1896) ve bunu izleyen 1896-1914 “altın çağ” döneminde gerçekleşti. 56

Emperyalizm, modern kapitalizminin uluslararası biçiminin ayırt edici bir özelliği olduğu için anlamı, alışageldik biçimde siyasi bir varlık olan adlandırılan “imparatorluk”tan farklıdır. Britanya (sömürge) İmparatorluğu, Roma İmparatorluğu gibi Batı’nın, Güney’in ve Doğu Asya’nın büyük tarihsel imparatorluklarından sadece birisidir. Lenin kesinlikle, modern emperyalizmin, sömürgeciliğin sona ermesinden sonra da yaşacağını düşünüyordu. Dahası, emperyalizmin, tam gelişkin kapitalist dünya ekonomisi olarak, ancak Asya ve Afrika’nın sömürgecilikten tam bağımsızlığını kazandığı zaman, tamamlanabileceğini ileri sürmek de mümkün. Böylece uluslararası ve ulusal düzlemlerde, “iktisadi güçlerin yavan zorunluluklarının” yolu açılarak bunlar, sömürge yönetiminin siyasi ve yasal baskılarının yerini alır (Wood, 2003). 58

Yukarıda değinildiği gibi sömürgecilik projesi –değişik yerlerde, zamanlarda, dürtüleri ve biçimleriyle– sömürgelerin “kendi masraflarını çıkarmasına” ve sömürgeci güçlere (ya da egemen sınıflarına) kâr bırakmasına dayanıyordu. Bunun anlamı, tarımsal toplumlarda sömürge tebaanın kontrolü ve emeğin yeniden örgütlenmesinin gerektiğiydi. Bunun için de bazen yok ederek, bazen de düzenleyerek, onların kurumlarına ve toprak dağıtım pratiklerine müdahale edilmeliydi. Aslında sömürge ekonomilerinin düzenlenmesi, sömürge öncesi geçimlik köylülük ve (sınıflı tarım toplumlarında) rant biçimlerinden kopuşu gerektiriyordu. 59

İspanyol Amerika’sının büyük bölümünde, geç 17. yüzyıldan başlayarak hacienda ya da malikâne toprakları denen başka bir toprak mülkiyeti biçimi, kırsal iktisadi yaşamda –ve sosyal, siyasal ve kültürel yaşamın çoğunda– egemendi. Hacienda oluşumu, İspanyol sömürgecilerin aşina olduğu feodal kurum ve pratikler örneğinin uyarlanmış biçimiydi. Orijinali İspanya hükümdarlığının, askeri hizmet karşılığı verdiği toprağın kulanım hakkı gibi yerleşimcilere da toprağın kullanım (mercedes de tierras); yerli toplulukları mal ya da işgücü hizmeti olarak (encomienda) vergileme hakkı veriliyordu. Hacienda’da emek ve toprağın birleşimi, Avrupa feodalizminin malikâne sistemine çok benzer bir yapı doğurdu 60

Kırsal işgücünün sağlanması ve denetimi, yerli çiftçilerin topraklarına el konularak, onların geçim imkânının ortadan kaldırılmasıyla mümkün olur. Hacienda sisteminin, değişik biçimlerde ve zamanlarda genişlemesi, birkaç unsuru yansıtır. Bu sistemin oluşumunda ve yaygınlaşmasında, özellikle nüfusun yoğun olduğu ve güçlü köylü toplumlarının yaşadığı Orta Amerika ve And Dağları bölgesinde uzun süren mücadeleler oldu. Hacienda oluşumu, Arjantin, Uruguay ve Şili gibi nüfusun seyrek olduğu geniş düzlüklerde daha geç ve daha hızlı gerçekleşti, işgücünü göçmenler sağladı. 61

Bir diğer önemli faktör zamana ve mekâna ilişkindi. Sömürgeci toprak sahipleriyle yerli köylüler arasındaki mücadeleler, (dünya piyasası geliştikçe) tarımın tarihsel ticarileşme biçimlerinden ve dalgalanmalarından etkilenmiştir. Piyasa talebinin artmasıyla tarımın potansiyel kârlılığı da arttığı için toprak sahipleri kendi çiftliklerini genişleterek hacienda emekçileriyle çalışmaya başladı, ayni ya da para rantlarını, emek ranta dönüştürdüler. 61

Latin Amerika’nın büyük bir bölümü 19. yüzyılın ilk yarısında (Afrika’nın çoğunun sömürgeleştirilmesinden önce) sömürgecilikten bağımsızlığını kazandı. Sömürgeciliğin mirası, yaygın mülksüzleşme, toprakların hacienda’larda temerküzü, büyük latifundio topraklarına karşılık yerli halkın ancak geçimlikten de küçük minifundio’lara sahip olmasıydı. Gerçekten de hacienda’ların bir diğer özelliği, yaygın ücretli işgücü kullanımı, marjinal (geçimlikten az) çiftçilikten yararlanma, borç esareti ve devlet baskısı birleşimiydi. 62

İşgücü kıtlığının bir bölümü göçmenlerle çözüldü. 1847- 1874 arasında çeyrek milyon kadar bağımlı Çinli işçi Küba plantasyonlarında ve Peru’nun kıyı bölgelerinde çalıştırıldı. Brezilya’da köleciliğin kaldırılmasından sonra Avrupa’dan kitlesel olarak göçmen getirebilmek için devlet, kahve plantasyoncularına mali destek verdi. 1884-1914 arasında 900.000 Avrupalı göçmen çoğunlukla kahve üretiminde çalıştırılmak üzere Sao Paulo’ya geldi (Stolcke ve Hall, 1983). Günümüzde Latin Amerika’da, dünyanın herhangi bir yerine göre muhtemelen daha fazla çeşitlilikte tarımsal sosyal ilişki vardır. Bir tarafta, Güney’in diğer önemli bölgelerine oranla tarımda, göreli olarak daha az insan çalışmaktadır (bkz. 1. Bölüm). 63

Diğer tarafta, dirençli ya da yeniden dirilen “köylü” (campesino) kimliği, yerli halkın yoğun olduğu Orta Amerika’da, And bölgesinde ve daha güneydeki küçük çaplı yerleşimci çiftliklerinde göze çarpmaktadır. Toprak için mücadeleler ve çiftçiliğin şimdiki koşulları, Orta Amerika’da La Via Campesina (“Köylü Tarzı”) ve Brezilya’da Movimento dos Trabalhadores Rurais Sem Terra (MST ya da Topraksızlar Hareketi) gibi çok iyi bilinen bazı kırsal sosyal hareketlerin doğuşuna yol açmıştır. 63

Bengal’de toprağa yerleştirme ve sonunda 600 civarında prensliğin Britanya egemenliğine girmesi (sömürge yönetimi, aslında Hindu diliyle “yönetimini” sürdürüyordu) aynı zamanda devasa sömürge alanlarının yönetiminde yerli siyasi işbirlikçilerin elde edilmesine bir vesile oldu. Bu, “eski (sömürge öncesi) güç yapısıyla ‘suç ortaklığına’ girilmesi” gibi daha genel bir sömürgeci pratiğin bir örneğiydi (Bagchi 2009: 87). Daha önce İspanyol Latin Amerika’sında cacique (yerli kral, şef ya da yönetici) makamı sahipleriyle böyle bir işbirliğine girilmişti; daha sonra Afrika’daki “dolaylı yönetim”de şefler ve ileri gelenler, sömürge hiyerarşisinin alt düzeylerinde, kırsal kesimde düzeni sağlamak, vergileri toplamak ve işgücünü seferber etmek için kullanıldılar. 64

Köylü çiftçilerin çoğunun, “zorla ticarileşmeye” itilmesi ve daha genel olarak asgari geçimlerinin metalaşması, önemli üretim ve üretkenlik artışları getirmedi. “Rant fonu” haracı nedeniyle borç altında ezilen yoksul köylüler, kendi yiyecekleri için ayrılması gereken kaynakları, ihracat ürünlerine ayırmak zorunda kaldılar ve böylece Hindistan, Çin’le birlikte kıtlıklar karşısında savunmasız kaldı. Kıtlık genellikle aşırı iklim koşullarıyla ilişkilendirilmekle birlikte geç 19. yüzyılda Hindistan önemli kıtlık dönemlerinde ve 1943-4’te Bengal, yiyecek ihracatını sürdürdü (Sen, 1981). Aslında Hintli köylülerin olumsuz hava koşullarının ve kötü hasat yıllarının sonuçlarıyla baş etme kapasitelerini, geçimlerinin metalaştırılması, sömürgeci vergi talepleri ve sömürge yönetiminin iktisadi ideolojisi zayıflatmıştı (Davis, 2001). 66

Sahraaltı Afrika

Geç 19. yüzyıldan başlayarak sahra altı Afrika’nın sistematik olarak sömürgeleştirilmesi Samir Amin (1976) tarafında üç tür “makro bölge”nin oluşumu şeklinde tanımlandı: economie de traite (kabaca “ticaret ekonomisi”), işgücü rezervleri ve imtiyazlı şirketler bölgeleri. Birincisinin özelliği köylü çift çilerce, bazen de daha büyük ölçekli yerli üreticilerce, metropoliten ticaret şirketlerinin örgütlediği, ihracat için üretimdi. Hindistan’da da görüldüğü gibi “ticaret ekonomisi”, köylülerin yaygın biçimde mülksüzleştirilmesini gerektirmiyordu. Kırsal ekonominin metalaştırılması, özel mülkiyet hakları kurumu ve toprak piyasaları olmaksızın gerçekleşti; birçok durumda da (orman kuşaklarında) kakao ve palmiye yağı, pamuk ve (geniş çayırlarda) yerfıstığı üretimi için yeni çift lik alanları açıldı; bu dört ürün Batı Afrika’nın klasik ihracat ürünleridir. İşgücü rezervlerinin bulunduğu ikinci “makro bölge”, Doğu’dan Orta Afrika’nın bazı bölümlerinden Güney Afrika’ya kadar uzanır; buralar, sömürgeci yerleşimcilerin yaygın biçimde topraklara el koyduğu bölgelerdir. Afrikalıların mülksüzleştirilmesi ve onların ayrı “yerli yerleşim” bölgelerinde toplanmasının mantığı iki şeye dayanır: Beyaz yerleşimlere ve çiftliklere toprak ve bu büyük çiftliklerle plantasyonlara düzenli işgücü sağlanması; Rodezya, Kuzey ve Güney (şimdi Zambiya ve Zimbabwe) Afrika ve Güney Afrika’daki madencilik işletmelerine Mozambik’in güneyinden, Nyasaland (şimdi Malavi) ve Basutoland (şimdi Lesoto) ülkelerinden kitlesel göçmen işçi getirilmesi. Afrikalı çiftçilerin topraklarını kaybetmesi onları, tarımsal açıdan marjinal, aşırı kalabalık “yerli yerleşimlere” mahkûm etti, iktisadi ve siyasi baskılar nedeniyle geçimlerini sağlamak için mevsimlik göçmen işçilik yapmaları zorunlu hale geldi.

“İmtiyazlı şirketlerin Afrika’sının” tipik örneği Kongo havzasıdır; burası günümüze kadar süren, aşırı zalim biçimde maden çıkarma ve yağmacılık tarihinin simgesidir. 68

Sahra altı Afrika’sının büyük bölümünde, (Avrupalı) yerleşimcilerin bölgeleri dışında, çiftçiler (göçebe çobanlar dahil) mülksüzleştirilmemiş, tam tersine çeşitli yollarla meta (para) ekonomisine, tarımsal meta üreticileri ve/veya işgücü sağlayıcıları olarak girmeleri “teşvik” edilmiştir. Gerçekten de üreticilerin büyük çoğunluğu bakımından Samir Amin ve diğerlerinin vurguladığı gibi, proleterleşmenin koşulları yaratılmamıştır.68-9

Şu halde, Afrika köylülerinin önemli bir bölümünün belirli zamanlarda işleri rast gidiyordu. Bu durum, özellikle meta üretimi için toprak ve işgücünün bir araya getirilmesinin, geçimlik tarımla bütünleştirilebildiği; ihraç ürünlerinin canlı uluslararası piyasalarda satılabildiği 1920’ler boyunca, 1950 sonrası 20 yıl boyunca ve 1960’lardan sömürgeciliğin sona erdiği, bağımsızlığın ilk yılları için geçerliydi. Bu “başarı hikâyeleri”, genellikle kırsal kesimde toplumsal farklılaşmaya yol açtı ve bazı çiftçiler, diğerlerine göre daha kazançlı çıktı. Aynı zamanda geçmişte Afrika’nın değişik bölgelerinde köylü meta üretimindeki canlılığın günümüz kırsal Afrika’sının çoğundaki çok daha olumsuz koşullarla karşılaştırılması acı vericidir. 69

Geç 19. yüzyıldan 20. yüzyılın ortalarına kadar süren kapitalist dünya ekonomisinin pekiştirilmesi sırasında Asya ve Afrika’daki sömürgecilik zirveye ulaşmıştı. Bu dönemde, Karayipler, Latin Amerika ve Asya’da, sömürgeciliğin erken dönemlerinde kurulmuş olan plantasyonların yerini yeni tip “sanayi plantasyonları” aldı. Plantasyon üretiminin sınırları, özellikle Güneydoğu Asya’da (aynı zamanda Orta Amerika ve Güney Amerika’nın tropik bölgelerinde), büyük tropik orman alanları tarıma açılarak ya da Hollanda’nın elinde kalan başlıca sömürgesi Endonezya’da olduğu gibi köylülerin toprakları gasp edilerek genişledi. Plantasyonların kitlesel işgücü ihtiyacı, iktisadi zorluklar içindeki yoksul köylülerden ve topraksızlardan genellikle baskıcı yöntemlerle sağlandı. Kısaca, tek üründe uzmanlaşan sanayi plantasyonları, üretim ölçeklerini genişleterek dünya piyasaları için kauçuk, palmiye yağı, pamuk, sisal gibi sanayi ürünleri ve sanayileşmiş ülkelerin artan kent nüfuslarının kitlesel tüketimi için –çay, kahve, şeker, kakao (ve çikolata), muz gibi– içecek ve yiyecek üretmeye başladılar. 70

Bu süreçler sömürge çiftçi nüfusunda değişik sınıfsal oluşumlara (bazen Hindistan’da kastlarda olduğu gibi var olan toplumsal farklılaşmalar izlenerek) yol açtı; geçimlik tarım metalaşırken bazıları için birikim olanakları doğdu. 70

Bu bölümde, dört emek rejimine işaret edildi: Zorla çalıştırma, yarı-proleterleşme, küçük meta üretimi ve proleterleşme. .. Tablo 4.2 sömürge emek rejiminin temel özelliklerini göstermektedir.

s. 72

Bölüm 5

Bu bölümde biraz farklı ama tamamlayıcı bir bakış açısı var. Birbiriyle ilişkili iki süreç göz önünde bulundurularak, üretim ölçeğinin genişlemesinin, daha sistematik bir incelemesine girişildi. Birincisi, eskiden en yerel faaliyetlerden biri olan çiftçiliğin, nasıl “tarımın” ya da “tarım sektörünün” bir parçası haline geldiğidir. Diğeri, kapitalizmde tarımsal piyasaların coğrafi genişlemesinin ve bunların talep ve arz kaynaklarının, nasıl meta ilişkilerinin yaygınlaştırılmasına ve “derinleştirilmesine”, sosyal ölçeğin ve işbölümünün genişlemesine dayandığıdır. 79

Günümüze yaklaştıkça, özellikle 1870’lerden beri, çiftçilik ve tarım ayrımın daha geçerli olduğunu düşünüyorum. Bu dönemin önemi 4. Bölüm’de anlatıldı ve 1970’lere kadar çiftçilikten tarıma geçişin temel yönlerine değinildi. Bunlar:

• Teknik değişimin sanayi temeli;

• Tarımda, özellikle başlıca ürünlerde küresel piyasaların

oluşumu ve işbölümü;

• Politikanın amacı olarak “tarımsal sektörün” kurulmasıydı. 80

Bununla birlikte yakın zamanlara kadar, tarihinin önemli bir bölümünde çiftçilik yerel bir faaliyet ve yaşam biçimiydi.16

Çiftçiliğin yerelliği şunları kapsar:

• Hayvan gübresi, nadas ve ürün rotasyon yöntemleriyle toprağın verimliliğinin korunması –“kapalı devre tarımsal– ekolojik sistemler”;

• Tarım takviminin önemli zamanlarında, özellikle iklim koşullarının belirsizliği karşısında, zamanında ekim yapmak ve hasadı kaldırmak için komşuların işgüçlerinin bir araya getirilmesi;

• Çiftçilerin yetiştirmediği ürünlerin ya da yapmadığı aletlerin yerel zanaatkârlardan temin edilmesi. Çiftçilikle, iplik eğirme ve dokumacılık gibi hane halkı zanaatlarının birlikteliği genellikle yaygındı; zamanla kapitalizmin gelişimi ve işbölümünde uzmanlaşmanın artmasıyla ev zanaatları yıkıldı. Marx, bu durumu İngiltere için, Bagchi ise sömürgeciliğin “kırsallaşmayı” ve “köylüleşmeyi” artırdığı, yani kırsal kesimde iktisaden daha sınırlı bir varoluşun yaratıldığı Hindistan için gözlemledi (bkz. 4. Bölüm). Kapitalizm öncesi tarımsal toplumlarda –hem Avrupa’nın merkezinde, hem de sömürge koşullarında– çiftçilik insanların çoğunun yaptığı işti. “Tarım” dediğimiz şey, çiftçilerin ve faaliyetlerinin toplamından ibaretti. Çiftçiler, çiftçi olmayanlarla bir dereceye kadar rantlar, vergiler ve mahalli alışverişler nedeniyle ilişkiliydi ama daha geniş işbölümünden, teknolojik değişimden ve sanayi kapitalizminde “tarımsal sektör” olarak nitelenen piyasa dinamiklerinden etkilenmiyorlardı. “Tarımsal sektör” kavramı, “modern” yani kapitalist ekonomilerin doğuşunda ve gelişiminde icat edildi ve kullanılmaya başlandı. 84

Modern (kapitalist) ekonomilerde, “tarım” ya da “tarımsal sektör”den bahsederken, bütün iktisadi çıkarları ve bunların uzmanlaşmış kurumları ve faaliyetleriyle birlikte çiftçiliği kastediyorum; “yukarı yönde” ve “aşağı yönde” yürütülen çiftçilik, çiftçilerin bütün faaliyetlerini ve yeniden üretimlerini etkiler. “Yukarı yön”, çiftçiliğin başlayabilmesi için üretim koşullarının nasıl sağlandığına gönderme yapar. Buna emeğin araçları ya da “girdiler” (aletler, gübre, tohum) ve toprak, emek ve kredi piyasaları dahildir –ve tabii en önemlisi işgücünün nasıl seferber edildiğidir. “Aşağı yön”, çiftliklerden çıkan ürünlere ve hayvanlara ne olduğuyla ilgilidir –bunların pazarlanması, işlenmesi ve dağıtımı ve bütün bu faaliyetlerin kendilerini yeniden üretebilmesi için gerekli çiftçi gelirlerini nasıl etkilediğidir. Günümüzde kapitalist tarımda yukarı ve aşağı yönlerde güçlü aracılar vardır; bunlar Weis’ın (2007) adlandırmasıyla tarımsal girdi ve tarımsal-gıda sermayeleridir.84

Geçimlik tarımın metalaşmasıyla, bir zamanlar kendine yeten çiftçiler, yeniden üretimleri için piyasalara (meta değiş tokuşuna) dayanmaya başlamışlardır. Aslında vergilerini ve/veya rantlarını (ayni ürün ya da emek hizmeti yerine) parayla ödemek, artık kendilerinin ya da mahalli ekonomilerin sağlamadığı tüketim mallarını ve üretim vasıtalarını (gübre, tohum, araçlar ve diğer aletler) alabilmek için parasal gelire bağımlıdırlar.17

17 Bazı kuramcılar, kapitalist tarımın oluşumunun zorunlu olarak bünyesindeki çiftçiliğin kapitalist olmasını içermediğini iddia etmektedir. Bu konuya 7. ve 8. bölümlerde geleceğim.

1870’lerden günümüze kadar olan dönemde, çiftçiliğin uzun tarihindeki bitki, hayvan, ekim ve toprağı iyileştirme yöntemlerinde temkinli ve yavaş evrimci değişimlerin tersine, tarımın teknik koşullarında devrimci değişimler gerçekleşti. 16. yüzyıldan beri İngiltere’de kapitalist çiftçiliğe geçilirken bile ekim ve toprağı iyileştirme yöntemleri, daha sonra görülecek olanla karşılaştırılabilir bir teknik devrime yol açmamıştı. 85

“Doğanın Metropolisi” ve Birinci Uluslararası

Gıda Rejimi (1870’ler-1914)

Karayolu ulaşımındaki demiryolu taşımacılığı devrimi, uluslararası tarımsal mal ticaretini büyük ölçüde yaygınlaştırdı; okyanus ulaşımına benzer biçimde çok büyük mesafeler kat edilebildi. Arjantin, Avustralya, Kanada ve hepsinden önemlisi ABD ovalarında üretilen tahıl ve yetiştirilen hayvanlar (et), demiryolu sayesinde dünya piyasalarına ulaştı ve bu ülkeler dünyanın başlıca tahıl ve et ihracatçıları haline geldiler. Bu, 1870-1914 arasındaki birinci Uluslararası Gıda Rejiminin (UGR) temeliydi; “yaşamın temel gereksinimleri alanında ilk kez (uluslararası) piyasaları, fiyatların belirlediği” bir durumdu (Friedmann, 2004: 125). Friedmann’ın sözleriyle bu “yerleşimci-sömürgeci” rejim, çoğu bakir olan, seyrek nüfuslu ve daha önce az ekilen devasa alanları, hızla kentlileşen ve temel gıda maddeleri ithalatına bağımlı halen gelen Avrupa’ya ihracat yapmak üzere büyük ölçekli buğday ve hayvan yetiştiriciliğine “açtı”. Dolayısıyla daha sonraki kapitalist tarımın tarihi bakımından temel sahne, kapitalist çiftçiliğe ilk geçişin olduğu Kuzeybatı Avrupa değil, Chicago’nun da büyümesini sağlayan Amerika Orta Batı’sının devasa düzlükleriydi; bu durumu William Cronon (1991), Doğanın Metropolisi olarak tanımlar. 86

19. yüzyılın ikinci yarısında, Chicago ve onun tarımsal iç bölgesi demiryollarının gelişimiyle büyük ölçüde genişledi ve şu alanların birbirine bağlanmasına öncülük etti:

• Geniş alanlarda hem insanlar, hem hayvanlar için tek ürün (tahıl) yetiştirilmesi;

• Büyük baş hayvan kesiminin endüstriyel vasıtalarla gerçekten sanayi ölçeğinde yapılması;

• Tarım araçlarının imalatı (özellikle çelik pulluk ve daha sonra traktör);

• Büyük miktarda tahıl ve etin uzun yol taşımacılığının altyapısı için gerekli olan dondurucuların üretilmesi;

• Tarımsal mal ticaretinin finansmanı için vadeli işlemler piyasası ve diğer kurumsal yeniliklerin yapılması.87

Kısaca 1870’lerde tarımsal üretimden ve ticaretinden doğan küresel işbölümü şu unsurlardan oluşuyordu:

• “Neo-Avrupa’larda” (Crosby, 1986), yani tahıl ve et üretim bölgeleri, ılıman kuşaktaki Amerika’larda, Güney Afrika, Avustralya ve Yeni Zelanda’nın bazı bölgelerinde yerleşimci sömürgecilerce kuruldu;

• Avrupa’nın bazı bölgelerinde daha çeşitli ürünler yetiştirilirken aynı zamanda kırsal bölgelerden göç hızlandı;

• Asya ve Afrika’daki sömürgelerle Orta ve Güney Amerika’daki eski sömürgelerde, ister köylüler tarafından üretilsin, ister kapitalist çift liklerde, isterse plantasyonlarda yetiştirilsin, tropikal ürün ihracatında uzmanlaşmaya gidildi. Bu dünya çapındaki işbölümünün ve bunun iktisadi dinamiğinin dayandığı temel, çiftçilikten tarıma geçişti; teknik koşullarda ve üretimin örgütlenmesinde gerçekleşen devrimci değişimlerin yanı sıra (özellikle “Neo-Avrupa’larda”, Avrupa’da ve tropiklerdeki sanayi plantasyonlarında), “ılıman kuşak tahıl-hayvancılık bileşimi” ve “tropikal meyve-sebze dükkânları” sayesinde temel besinlerin, şeker, kakao, muz, çay kahve gibi yiyecek ve içeceklerin; lastik, palmiye yağı, pamuk, sisal ve hintkeneviri gibi (çoğunlukla tropikal) sanayi ürünlerinin ticareti olağanüstü arttı 89

Arz açısından birinci Uluslararası Gıda Rejimi ve politika nesnesi olarak tarım:

Yeni toprakların sömürgeleştirilmesi ve siyaseten toprakları sahiplenen yerleşimcilerin, tarımsal meta üretimini ucuzlatması (…) Uzmanlaşmış meta üretimi (…) yerleşimci yönetimlerin toprak ve göç politikalarıyla aktif olarak desteklenmesinin yanı sıra başlıca demiryolları ve kredi imkânlarını içeren sosyal altyapının kurulmasıyla da teşvik edildi (Friedmann ve McMichael 1989: 101). 89

Birinci UGR, 1914’te çöktü, savaş zamanı politikaları ve buhran, sanayileşmiş kapitalist ülkelerde tarımın yaygın biçimde korunmasına yol açtı.21 Daha sonra olacaklara ilişkin bir temel nokta, ABD’de Roosevelt hükümetlerinin “Yeni Düzen” siyasetlerinin bir parçası olarak 1930’larda kapsamlı tarımsal destekleme politikalarının başlamasıydı.22 Bununla hükümet – daha önce piyasa fiyatından satılamayan– fazla stokları olan çiftçilere asgari ya da “taban” fiyat garantisi veriyordu. 91

İkinci Uluslararası Gıda Rejimi (1940’lar-1970’ler)

ABD’de ve daha genel olarak sanayileşmiş Kuzey’de, 1940’lardan itibaren tarımda “kimyasallaşma” (gübre, zararlı böcek ve bitki ilaçları) ile birlikte belirgin bir teknik dönüşüm gerçekleşti; makineleşme; yüksek verimli tohumlar ve hayvancılık (daha yüksek süt ve et verimi) geliştirildi. Kuzey tarımındaki hızlandırılmış teknik dönüşümler, büyük ölçüde, yukarı doğru çiftçilikteki tarımsal girdi şirketlerinin büyümesini ve yoğunlaşmasını göstermektedir. Çiftçilik yöntemlerini biçimlendirmekteki rolleri aynı zamanda tarımda yoğunlaşma eğilimlerine katkıda bulundu; daha az sayıda, daha sermaye-yoğun, büyük ölçekli çiftlikler ve artan işgücü verimliliği görüldü. 1950-72 arasında ABD’de, toplam işgücü içinde çiftçilikle uğraşanlar % 15’ten % 5’e düştü (Friedmann 1990: 24). Diğer etkiler arasında, hem Kuzey, hem de Güney’de büyük ölçekli işletmelerle küçük çiftçiler arasındaki toprak ve işgücü açısından muazzam ve büyüyen bir verimlilik uçurumunun ortaya çıkışı da vardır; küçük çiftçiler 2. Bölüm’de belirtildiği gibi yoğunlukla Güney’deydi. 92

ABD’de sürekli “tarımsal destek” –gerçekte tarımsal sanayiye destek– politikaları bu sorunun yaratılmasına neden olmuştur. Ama aynı zamanda, en azından bir süre için, ikinci UGR’yi oluşturarak bir “çözüm” de üretmişlerdir. Bu çözümün merkezinde ABD’nin yiyecek fazlalığından kurtulması vardır. Savaş sonrası Batı Avrupa’nın yeniden inşası sırasında ve daha sonra Üçüncü Dünya ülkelerine, Soğuk Savaş’ın önemli bir dış politika aracı olarak yiyecek yardımı yapıldı. Friedmann (2004) bu durumu “ticari-sanayi gıda rejimi” olarak adlandırır, çünkü desteklenen üretimin ticareti ABD’nin (aynı zamanda Avrupa’nın) ve devasa ticaret şirketlerinin tarımsal çıkarları gözetilerek yönlendirilirken aynı zamanda Üçüncü Dünya da bu ülkelerin dış politika çıkarlarına hizmet ediyordu. Sanayi açısından ise, (yukarıda bahsedilen) tarımsal-girdi şirketlerinin giderek artan önemine işaret edilmektedir. 93

Fiyatlarca yönetilen ve Avrupa tahıl üretimini rekabetçi baskılara maruz bırakan birinci UGR’nin aksine ikinci gıda rejimi, “ticaret” politikaları ile “Atlantik ekonomisi merkezli uluslar ötesi tarım-gıda kompleksi şirket örgütlenmesini” birleştirmiştir (Friedmann 1993: 18) Bu komplekste Avrupa ülkeleri, ABD “ulusal” tarım politikalarının özelliklerini tekrarlamışlardır; şimdi Avrupa Birliği’ni oluşturan ülkeler de tarımsal üretimlerini ve tarım ihracatlarını Ortak Tarım Politikası altında sürdürmüşlerdir. 93

Kısaca, tarımsal-gıda sanayileri genişledi; bütün yiyecek harcamalarını karşılamak ve bunları daha da artırmak için yarışılıyor. Verdiğim örnekteki tek bir hanenin yılda 400 dolarlık gıda harcaması artışını, tabii birçok milyon kere çoğaltmak gerekir. Özellikle 1950’lerden sonra giderek daha büyük iktisadi ve coğrafi ölçekte günümüzün en büyük tarımsal-gıda şirketleri oluştu; benzer biçimde satın alma ve hayvan kesimi, etin (sığır eti, tavuk, domuz) işlenmesi ve paketlenmesi alanlarındaki büyük şirketlerin yanı sıra küresel “fast food” zincirleri doğdu.

Güney’de ise önce yiyecek yardımı anlaşmalarıyla ABD’den (daha sonra Avrupa Birliği’nden) buğday ithalatı başladı; bunlar yerli çiftçilerinkinden daha ucuzdu; daha önce yiyecek üretiminde kendine yeten ülkelerde sanayileşme desteklendi (bir yüzyıl öncesi Tahıl Yasaları’nın kaldırıldığı Britanya deneyimi sanki yankılanıyordu). Bu nokta Friedmann’ın “Üçüncü Dünya yiyecek bağımlılığının başlangıcı” çalışmasında (1990) vurgulanır; örnekleri Latin Amerika’nın bazı bölgelerinden, Kuzey Afrika ve Batı Asya’dandır. 95

Kalkınmacılık Sırasında Tarımsal Modernleşme (1950’ler-1970’ler)

“Ulusal kalkınma” amacının içinde tarımın modernleştirilmesi ve hatta sıkça öne sürülen tarımın sanayiye bağımlı kılınması fikri, önemli bir yer tutuyordu. Sanayiye öncelik vermenin anlamı yerli tahıl üretiminin yerine ucuz buğday ithalatının geçirilmesi ya da tarımın modernleştirilmesinin, ulusal sanayi, ona modern girdiler üretinceye kadar “ertelenmesiydi” – bu, “Yeşil Devrim”e kadar Hindistan’ın bağımsızlık sonrası ilk 20 yıllık kalkınma planlamasındaki egemen görüştü. 95

Bu dönemde, günümüzdeki gibi tarımsal ve genel olarak kırsal kalkınma politikaları çok çeşitli kurumsal biçimlerdeydi ve “paradigma değişiklikleri” ya da değişik modalar izlenmekteydi.26 Bütün çeşitliliğine rağmen modernleşme politikalarının ve programlarının ortak bir temel mantığı vardı: İster “küçük üreticiler” ister büyük çaplı işletmeler, ister devlet isterse özel sektör aracılığıyla olsun meta ilişkilerini derinleştirerek daha verimli bir tarımın teşviki. Bu politikalar genellikle Güney’de devlet-Dünya Bankası işbirliğiyle yürütüldü; özellikle ABD, Britanya ve Fransa’nın yardımları ile özel (ulusal ve uluslararası) tarım şirketlerinin amacı modernleşme tasarımları sunmaktı. 96

Daha üretken” olmaktan kastedilen, geliştirilmiş tohumlar, ekim yöntemleri, daha çok gübre kullanımı ile birlikte işletme kredileri ve teknik danışmanlık sağlanarak çiftçiliğin teknik koşullarının iyileştirilmesiydi. Bu politikalar, ister ihracat kalemleri isterse yiyecek olsun ürün bazında yürütülmekteydi. Özellikle 1960’lardan sonra Yeşil Devrim ve bunun yüksek verimli mısır, buğday ve pirinç için “üç büyük” tohum cinsi, bu politikaların önemli bir ayağıydı.27 Daha çok ürün alabilmek için bu “paketteki” yüksek verimli tohumlarla birlikte kullanılan gübre, önemli ölçüde sulama gerektiriyordu (1. Bölüm’de Kuzey Hindistan’a ilişkin örnekte bu konuya değinilmiştir). “Meta ilişkilerinin derinleştirilmesi”, pazar için üretimde bazı ürünlerde uzmanlaşan, büyük miktarlarda üretim (“modern” girdiler) ve tüketim (yiyecek de dahil olabilir) araçları satın alan çiftçilerin, piyasalarla daha büyük ölçüde bütünleşmesini gerektirmekteydi. 97

27 Aslında 1930’larda ABD’de yüksek verimli tohumların geliştirilmesiyle Yeşil Devrim’in başladığı söylenebilir; bunun hikâyesi Jack Kloppenburg’un önemli bir çalışmasında (2004) anlatılmıştır.

Aslında bu politikaların etkilerinin değerlendirilmesi –ki, bu kendi başına bir uzmanlık alanıdır– her zaman ilgi çekicidir çünkü tarımsal “performans”, hava durumundan makro iktisadi politikalara (özellikle döviz kurları ve faiz hadleri), yerel ve uluslararası piyasalardaki ve fiyatlardaki belirsizliklere kadar birçok başka faktörden de etkilenir. Değişik ölçeklerde bazı başarı hikâyeleri vardır; bunlardan en büyüğü, Yeşil Devrim’in Hindistan’ı kısa sürede tahılda kendine yeter hale getirmesidir. Bu, Yeşil Devrim’in kayıtsız şartsız “başarılı” olduğu anlamına gelmez. Bu devrimin biyokimyasal “paketlerinin”, buğday ve pirinç verim artışları açısından sınırları, çevresel maliyetler vardı ve böylece sürdürülebilirliğine ilişkin sorunlar söz konusuydu. Yeşil Devrim uygulamalarından ne bütün çiftçiler, ne de yiyecek tüketenler yararlandı (bkz. 8. Bölüm); örneğin yüksek verimli ve daha pahalı ürünlere ayrılan topraklar, yoksulların başlıca besin kaynağı olan darı ve baklagiller gibi daha kalitesiz ürünlere ayrılan toprakların azalması pahasına olmuştur. 98

Bölüm 6 Neoliberal Küreselleşme ve Dünya Tarımı

1970’lerin başında, dünya ekonomisi, küreselleşme olarak adlandırılan derin bir değişim geçirdi. Çağdaş küreselleşmenin önemi, anlamı, nedenleri ve sonuçları çok tartışmalıdır. En genel hatlarıyla bu, dünya çapında sermayenin yeniden yapılanmasının yeni biçimlerine işaret etmektedir. Bu kapsamda: • Finansal piyasalar kuralsızlaştırıldı ve iktisadi yaşamın bütün yönleri “finansallaştırıldı”;

• Uluslararası ticarette kuralsızlaşma arttı;

• Uluslar ötesi tarım ve sanayi şirketlerinin üretim, satın

alma, satış stratejileri ve teknolojileri değişti;

• Bilgi teknolojilerine bağlı olarak özellikle iktisadi faaliyetlerin (üretim ve pazarlama) organize edilmesinde ve kitlesel iletişim alanında yeni olasılıklar ortaya çıktı.

Geçmişe bakınca 1970’ler, bir yüz yıl önceki 1870’lere benzer biçimde dünya ekonomisinde daha sonra görülecek yapısal değişimlerin kesin dönüm noktasıydı. 100

İkinci Uluslararası Gıda Rejimi’nin (UGR) Çöküşü

Yukarıda bahsedilen küreselleşmenin zamanlaması ve dinamikleri açısından buradan başlamak uygun olacaktır. İkinci UGR’nin çöküş süreci erken 1970’lerde dünya tahıl piyasalarında “daha önce görülmedik bir kıtlığın ardından fiyatların aniden aşırı yükselmesiyle” tetiklendi; ABD, Sovyetler Birliği’ne karşı uyguladığı tahıl satışları ambargosunu kaldırıp, bu ülkeye göreli düşük fiyatla büyük miktarda tahıl sattı (Friedmann 1993: 40). Bu hikâye aşırı üretim ve dolayısıyla fazla üretimden kurtulmanın, fiyat istikrarını korumanın maliyetini yükselten çelişkiyi açığa çıkardı; böylece ikinci UGR’nin “ticari” açıdan etkileri de görüldü. Avrupa da tarımı destekleme politikalarıyla ABD’yi taklit ettiği için yüz yıl içinde ilk kez barış zamanı, aşırı üretime katkıda bulundu (tabii süt ürünleri gibi diğer ürünlerde de aşırı üretim oldu). Uluslararası tarım ürünleri ticaretindeki artan rekabet, ikinci UGR’nin “ticari” yönünün düzenlenmesindeki gerginliklerle, “sanayi üretiminin” değişen coğrafyasını birbirine bağladı. Örneğin Arjantin ve Brezilya dünyanın en büyük dört soya üreticisi arasına girdiler (diğer ikisi ABD ve Çin). Soya yağlı tohumu çoğunlukla besi hayvancılığı için yeme dönüştürüldü ve üretimi yaygınlaşarak 1990-2005 arasında iki kat arttı. Soya, buğday, mısır ve pirinçten oluşan “üç önemli” tahıla katılarak dünya tarla ürünleri arasında “dört önemli” tahıldan biri oldu (Weis 2007: 17). 103

Soyanın hikâyesi, uluslar ötesi tarım şirketlerinin hem tarım girdileri, hem de tarımsal besinler açısından artan gücünü, etkisini ve küresel besin kaynaklarının temininde, işlenmesinde ve satışındaki kontrolünü göstermekle kalmaz aynı zamanda daha önce yararlandıkları ikinci UGR’nin “ticari” sınırlarını da zorlar. Şirketlerin, “üretimin ve tüketimin istikrarlı koşullara kavuşması için örgütlenmeleri, yatırımlarını, temin edecekleri kaynakları ve pazarlamalarını planlamayı olanaklı hale getirir” (Friedmann 1993: 52). Gerçekten de bu, ABD ve Avrupa Birliği’ndeki yüksek tarımsal sübvansiyonların sürmesine rağmen küresel gıda ekonomisinde ozel şirket düzenlemesine doğru bir geçişi gösterir.103

Neoliberalizm Sırasında Küresel Tarım

İkinci UGR’nin çöküşünden sonra dünya tarım piyasasındaki düzensizlik nedeniyle üçüncü UGR ortaya çıkıyor olabilir: “Çok taraflı ticaret ve şirket gıda rejimi” doğmakta olabilir (Friedmann 2004). Uluslararası rekabet nedeniyle, şirketlerin tarımı, yukarı ve aşağı doğru kontrol ettiği ikinci UGR “ticaretinin” yerine, “çok taraflı ticaret” geçmektedir. Düzenlemeden yana ve karşı çabaların olduğu üçüncü UGR’nin, özellikle çevresel baskılar, petrol rezervlerinin tükenmesi ve iklim değişiklikleri karşısında, daha önceki iki UGR gibi bir tutarlılık içinde göreli fiyat istikrarını sağlayıp sağlayamayacağı, ucu açık bir sorudur. 2005’ten başlayarak 2008’de zirve yapan küresel tahıl fiyatlarındaki dramatik enflasyon, ikinci UGR’nin sonunun başlangıcı olan 1970’lerin (eğer aynı nedenlerle değilse) bir tekrarıydı. Yakın yıllarda küreselleşmenin ve tarıma etkilerine ilişkin tartışmalar şunları kapsamaktadır: • Ticaretin serbestleşmesi, küresel tarımsal mal ticaretindeki yapısal değişiklikler ve bununla bağlantılı olarak DTÖ’nün içinde ve çevresindeki mücadeleler;

• Tarımsal malların vadeli ticaretinin yani “finanslaşmanın” kışkırttığı spekülasyonun dünya fiyatları üstündeki etkileri;

[Güzel bir projeksiyon şurası:] Neoliberalizm tarafından Güney’e “tasarruf” önlemleri olarak dayatılan küçük çift çilere verilen desteklerin ve diğer sübvansiyonların kaldırılmasının, tarımın önemli bir bölümü için devlet yardımının azaltılmasının etkileri;

• Küresel tarımsal girdi ve gıda şirketlerinin birleşmeler ve satın almalar yoluyla artan yoğunlaşmasının ve az sayıda şirketin piyasa paylarının daha da büyümesi;

• Bu şirketlerin benimsediği yeni organizasyon teknolojileriyle tarımdan, işlemeye ve mamul madde haline getirmeye ve perakende dağıtıma kadar, örneğin “süpermarket devrimi”, küresel besin kaynaklarının tedariki ve gıda satışlarındaki paylarının önemi; yakın geçmişte önemli süper market zincirlerinin Çin’e, Hindistan’a ve Güney’in diğer bölgelerine girmesi;

• Bu teknolojilerin, şirketlerin iktisadi gücüyle birleştiğinde çift çilerin ve tüketicilerin pratiklerini ve seçimlerini nasıl biçimlendirdiği;

• Şirketlerin, DTÖ hükümleri altında ticaretle ilişkili bitkisel genetik maddelere ilişkin entelektüel mülkiyet hakları patentleri için baskı uygulaması ve şirket “biyo-korsanlık” sorunu;

• Genetik maddelerde bitki ve hayvan mühendisliğinin yeni teknik sınırlarıyla (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar/ GDO) birlikte tek-üründe uzmanlaşmanın biyo-çeşitliliğin kaybına yol açması;

• Biyo-yakıt üretimi alanında yeni kârlı bölgelerde tarım şirketlerinin egemenliği ve bunların ABD ve Avrupa’da kamusal fonlarla desteklenmeleri; bu durumun insan tüketimi için gerekli dünya tahıl üretimini nasıl etkilediği;

• “Sanayileşmiş” gıda işleme süreçlerinin, zehirli kimyasalların artan kullanımı dahil, ortaya çıkardığı sağlık sorunları ve hızla ayaküstü yenen “abur cubur yiyeceklerin” düşük besin değerleri, aşırı şişmanlık ve bununla ilgili hastalıklar; aynı zamanda artarak süren açlık ve kötü beslenme;

• Her şeyden öte bütün bunların çevresel maliyeti, enerji kullanım düzeyi, karbon emisyonu , “sanayileşmiş” gıda üretimi, işlenmesi ve satışı, örneğin, yiyeceklerin üreticiden tüketiciye su ve karayoluyla, yüksek değerli bahçe bitkilerinin havayoluyla uzun mesafelerden taşınması;

• Böylece bugünkü küresel gıda sisteminin “sürdürülebilirliği” sorunu: Bahsedilen gidişatın artarak sürmesi ve yeniden üretilmesi. 105-6

30 Örneğin şu kaynaklar şirket tarımını eleştirmekte ve alternatif olarak küçük çift çi “yolunu” (bkz. 8. ve 9. bölümler) önermektedir: Desmarais (2007), Weis (2007), Patel (2007) van der Ploeg (2008), Albritton (2009) ve Bello (2009).

Kalkınmacılığın Sonu

Bütün Üçüncü Dünya tarımı için neoliberal küreselleşmenin etkilerine ilişkin kesin bir genelleme yapmak güçtür. Benzer biçimde daha önceki “kalkınmacılık” dönemi için de genelleme yapmak zor (5. Bölüm). Bununla birlikte belli eğilimlere işaret edilebilir. Birincisi, daha düşük düzeyde devlet yatırımları, yönlendirmesi, kontrolü; özellikle küçük çiftçilere verilen doğrudan ve dolaylı sübvansiyonların kaldırılmasına, meta ilişkilerinin derinleştirilmesi eşlik etti: Annette Desmarais’e göre (2007: 48; Bello 2009 tarafından da vurgulanan) bunlar “belki de tarımsal yapısal uyumun en zararlı yönüydü”.Bu açıdan Güney’deki neoliberal küreselleşme, yoksul ve küçük çiftçileri olumsuz etkiledi; birçok bölgede yeni “tarımdan kopuş” dalgaları ya da “köylüleşmeden kopuş” gerçekleşti ( 7. ve 8. bölümler). 107

İkincisi, sanayileşme ve yerli pazar için üretime (“ithal ikamesi”) dayanan “ulusal kalkınma” yolu, dünya piyasalarındaki fiyatlara göre ithal mal, yerli üretimden daha ucuzsa, “rekabetçi olmayan” alanlarda bırakılacak, ithalatın serbestleşmesi sağlanacaktı. “Kalkınmacılığın” iç piyasa yönelimi, görünüşteki “göreli avantaja” göre ihracat için üretime çevrilecekti. Bunun kapsamında,

• “Geleneksel” ihraç ürünleri olan kahve, kakao, çay, şeker, pamuk ve palmiye üretimi artırılacak, bazı durumlarda ekilmeleri yeniden canlandırılacaktı;

• Özellikle bahçe ürünlerinden olan taze meyve ve sebze gibi yüksek değerli ürünler, çiçekçilik, karides gibi deniz ürünleri teşvik edilecek, havayoluyla Kuzey Amerika ve Avrupa’nın süper marketlerine gönderilecekti;

• Özellikle Latin Amerika’nın bazı yörelerinde bir kısmı biyoyakıt ve hayvan yemi için kullanılmak üzere büyük çaplı soya, şeker ve tahıl üretimi genişletilecekti. Üçüncüsü, bütün bu örneklerden görülebileceği üzere, değişik yerlerde, “aile” çiftçilerinden orta ve büyük kapitalist çiftçilere ve bazı durumlarda şirket tarım işletmelerine kadar, değişik çiftçilerin meta üretme süreçleri derinleştirilecek ve uzmanlaşmaları artırılacaktı. 108

Köylülüğün Sonu mu?

Özellikle tarım popülizmi, kapitalizm ve onun sınıfsal temsilcileri yeniden üretilirken –tüccarlardan bankalara, kapitalist toprak mülkiyetinden tarımsal sermaye ve tarım şirketlerine kadar– köylüyü ya da aile çiftçisini savunur; tarım popülistleri, bir zamanların devlet öncülüğünde “ulusal kalkınma” projelerine, ister kapitalist, ister ulusalcı, isterse sosyalist çeşidi olsun (1930’ların etkili Sovyet kolektivizasyonu dahil) karşı çıkarlar. 109

Üçüncü ve dördüncü bölümlerdeki tartışmaları hatırlayarak soru şu şekilde ortaya konabilir: Bugünkü küreselleşme koşullarında artarak süregelen geçimlik üretimin metalaştırılmasının yol açtığı küçük ölçekli çiftçilerin toprak kaybı, geçmişe kıyasla daha mı kapsamlıdır? Küreselleşme, “köylülüğün tasfiyesi” tarihsel dünya sürecinde bir zirve midir? 110

Araghi’nin çerçevesini, bu kitapta kullanılan tarihsel ana hatlarla karşılaştırılmasına ve karşıtlıkların görülmesine imkân verdiği ve şu sonuca ulaştığı için özetledim: “Köylülüğün küresel tasfiyesi, köylülüğün ölümüne yol açan tamamlanmış ya da kendini tamamlayan bir süreç değildir. Toplumsal sınıflar basitçe sona erip, yok olmazlar; onlar toplumsal mücadelelerle yaşarlar ve dönüşürler” (ibid 138). 111

Bölüm 7

Kapitalist Tarım ve Kapitalist Olmayan Çiftçiler mi?

Üretim, Sömürü ve Direnme

Modern kapitalist tarımın eğilimi tarımı, sanayiyle benzer doğrultuda geliştirmektir: Doğal süreçleri mümkün olabildiğince basitleştirmek, standartlaştırmak ve hızlandırmak. 113

Modern kapitalist tarımı eleştirenler, bu yeniliklerin, ciddi ve artan ekolojik maliyetlerle, tarımın daha yoğun “sanayileşmesi” anlamına geldiğini belirtmekteler –yiyeceklerin üretilme ve işlenme biçimleri nedeniyle ortaya çıkan sağlık sorunları, besin değerlerinin azalması ve birçok yiyecekte zehirli maddeler düzeyinin artması gibi. Birçok olası örnekten ikisine bakalım. Birisi son 150 yıldır tarla ürünleri ekimindeki, günümüzde giderek artan ekolojik değişimdir: Tarihsel “kapalı devre tarımsal-ekosistemlerden (5. Bölüm), toprak, bitki kimyası ve mikroorganizmaların karmaşık etkileşiminin radikal biçimde basitleştirildiği, gübreler ve diğer kimyasalların artarak kullanıldığı “sürekli akış” sistemlerine gelinmiştir. En son durumda, bitkilerin daha verimli ve hızlı büyümesi için toprak, sadece kimyasalların “akıp geçmesini” emen bir aracı konumundadır. Bu süreçlerin sonucunda verimsizleşen topraklarda herhangi bir şey yetiştirmek için durmaksızın artan kimyasallar gerekmektedir; yoğun kimyasallaşma ise toprakların ve yeraltı su kaynaklarının zehirli maddelerle dolmasına yol açmaktadır; bizler de buralarda yetişen ürünleri yemekteyiz. 114

Bir görüşe göre mutlak rantın yükü, çiftçiliğin kârından düşüldüğü için, sermaye, tarımsal malların değerinin paraya dönüştürülmesindeki riski, gecikmeyi ve maliyeti azaltmak için tarımı “aile” çiftçilerine bırakmak eğilimindedir (Djurfeldt 1981). Bir diğer görüş işgücü süreciyle ilgilidir: Bağ ve bahçelerde işgücünü, işin kalitesini ve hızını denetlemek, bir fabrikaya göre çok daha zor ve maliyetli olduğu için tarımda ücretli işçiye kıyasla aile çiftçileri avantajlı durumdadır. Üçüncü sava göre, hızlı sanayileşme ve buna bağlı olarak hızlı şehirleşme ücretleri artırır dolayısıyla aile çiftliklerinin, kapitalist çiftliklere göre “işgücü-fiyat avantajı” vardır; bu da “tarımsal kapitalizmin başarısızlığında” bir faktördür –ya da Niek Koning’e (1994) göre 1846-1919 arasındaki Britanya, Almanya, Hollanda ve ABD’deki kapitalist çiftçiliğin başarısızlığında. 115

Sömürü: “Aile Çiftçiliğinin” Sermayeye Yararı Var mı?

1920’lerde önemli Rus tarım iktisatçılarından A. V. Çayanov (1888-1937) şöyle yazıyordu.

(…) Kuzey Amerika gibi gelişkin kapitalist ülkelerin çoğunda ipotekli kredi verme, tarımsal işletme sermayesine finansman sağlama yaygın biçimde gelişmiştir; ulaşım, tahıl ambarı, sulama ve diğer işlerde sermaye yatırımları önemlidir (…) Bunlar kapitalizmin, tarımı etkisi altına almasının yeni yollarıdır. Böylece çiftçi, başkalarının üretim araçlarıyla çalışan işgücüne dönüşür. Görünümdeki dört bir yana dağılmış bağımsız küçük meta üreticilerine rağmen tarım bir dizi büyük işletmede yoğunlaşan bir iktisadi sisteme dönüşür ve bunlar aracılığıyla finans kapitalizminin en gelişkin biçimlerince kontrol edilen alana girilmiş olur (Çayanov, 1966: 202). 116

Kendi zamanına göre bu çok dikkate değer bir açıklamadır. Birincisi, Çayanov modern kapitalist tarımın “iktisadi sisteminin”, yukarıya ve aşağıya doğru tarımsal girdi ve besin sanayilerinin ötesine geçtiğini ve “finans kapitalizminin en gelişkin biçimlerince” kontrol edildiğini etkili biçimde ifade eder. Bunlar, sıkça spekülatif faaliyetlerle toprak piyasasını ve tarımsal mal ticaretini finanse ederken, çiftçiye üretim kredileri de verirler. İkincisi, görünümdeki bağımsız (aile) çiftçilerini “küçük meta üreticileri” olarak nitelendirir (ben de bunları, küçük meta üreticileri olarak adlandırmıştım). Üçüncüsü, modern kapitalist tarımda, bu tür çiftçilerin hiç de “bağımsız” olmadıklarına işaret eder; sınıfsal konumları, emekçinin sermaye karşısındaki durumuna benzer: “Başkalarının üretim araçlarıyla çalışan işgücü.” Dolayısıyla çiftçiler, başka biçimde olsa da, genel olarak emekçilerin, sermaye tarafından sömürülmesi anlamında sömürülürler ve muhtemelen sermaye yararlandığı sürece bu böyle devam eder.

Çayanov, çiftçilerin ücretli işçi kullanmayan hane halkı üyelerinden oluşan “kucuk meta üreticileri” olduğunu varsayar. Tarım işletmesinin ölçeği, “aile çiftliği” kavramı, tarımın yukarıya doğru ve aşağıya doğru ilişkileri gibi çeşitli nedenlerle bu varsayım teorik ve tarihsel olarak kısıtlayıcıdır. Birincisi, Çayanov’un zamanında ölçek, genel olarak çiftliğin buyukluğuyle belirleniyordu. Gerçekten de çiftliğin büyüklüğü, bir ailenin sahip olduğu üretim araçlarıyla işleyebileceği toprak miktarıyla sınırlıydı. Modern kapitalizmde ölçeğin daha geçerli belirleyicisi sermaye miktarıdır: Değişik tür çiftçilik için gerekli sermaye miktarı –iktisatçıların terminolojisiyle bir işe “giriş”– ve yeniden üretim “maliyetleri”. 117

İkincisi, “aile çiftliği” çok yanıltıcı olabilecek farklı anlamlarda kullanılmaktadır: Ailenin sahip olduğu, işlettiği ya da aile üyelerinin çalıştığı topraklar (bkz. 1. Bölüm). Ailenin sahip olduğu bir çiftlik, bir işletmeci tarafından idare edilen ve ücretli emek kullanılan bütünüyle kapitalist bir işletme olabilir. Benzer biçimde (bazı Amerikan tahıl çiftlikleri gibi) ailecek işletilen bir çiftlik, ücretli işçi kullanan ya da sürüm, ekim, ilaçlama ve hasat işlerinin uzmanlaşmış birimlere kontratla yaptırıldığı kapitalist bir işletme olabilir. Aile üyelerinin çalıştığı çiftlik terimi, “aile” çiftliğine en yaklaşan kavramdır ve çiftçi sömürüsünün olanaklı olabildiği yegâne örnektir. Aşağıda bu konuyu ele alacağım ama şimdilik aile emeği kullanan çiftliklerin sıkça ücretli işçi de kullandığını belirtelim. 118

Çayanov’un “köylü çalışmalarında” yaygın biçimde kullanılan başka bir sömürü kavramı vardır: “Kendi kendini sömürme.” Bu kavramın dayandığı sav şudur: Aile emeğinin yeniden üretilme zorunluluğunun anlamı, olumsuz koşullarda her ilave emek gücünün maliyetinin düşmesidir. 119

Küçük aile çiftçileri, kapitalist çiftçilerin kabul etmeyeceği biçimde üretim ve yeniden üretimin maliyetini, daha düşük tüketim düzeylerinde üstlenirler; böylece kendilerini sömürürler. Bu düşünce Çayanov’a özgü değildir. Modern kapitalizm çağı boyunca küçük ölçekli çiftçiliğin gücü ya da “köylülüğün sürmesi” görünümüne dair başka açıklamalarda da bu savlar vardır; bunlara 19. yüzyılın sonunda Marksist Karl Kautsky de (1988) dahildir. Köylülüğün gücü ya da “sürmesi” bakımından, köylü ya da aile çiftçiliği, işgücü maliyetini (ücretler) düşüren “ucuz yiyecekler ürettiği ya da kendisi “ucuz” işgücü olduğu sürece sermaye bu duruma hoşgörüyle bakar hatta teşvik eder. 119

Özetle, politik ekonomideki çeşitli savlar, kapitalist tarımın evriminin neden daha geniş kapsamlı bir kapitalist çiftçilik yaratmadığına ilişkin açıklamalar getirmektedir. Bu açıklamalardaki ortak tema kapitalist tarımın, piyasa yapısı ve birikimin dinamikleri içinde sermayeye yararlı olduğu sürece küçük ya da aile çiftçilerini (ya da “köylüleri) içeren ya da bünyesine katan yeni yollar bulduğudur. 120

Kısaca bu tür süreçler, rastlantılara bağlı ve değişime tabidir. Bu, “sermayeye yararlı olduğu surece” kapitalizmin “küçük” çiftçileri içerecek yollar bulduğu görüşüne de yansır. Ama değişimi münhasıran sermayenin çıkarlarına bağlamak yeterli midir? Araghi’nin (yukarıda) bahsettiği “toplumsal mücadelelerin” rolü ne olacak? 120

Direnişin Rolü

Büyük ölçekli ve kahramanca direnişlerin bir örneğini Eric Wolf’un Peasant Wars of the Twentieth Century (1969) kitabında bulmak mümkün. Burada 1900’lerden 1960’lara kadar Meksika, Rusya, Çin, Vietnam, Cezayir ve Küba’daki örnek direnişler incelenmiştir.33 Günümüz koşullarında neoliberal küreselleşmenin de, “küresel tarımsal direniş” karşı hareketini yarattığı belirtilmektedir (McMichael, 2006). 121

Daha küçük ölçekteki bir örneği, 1970’lerin sonunda Malezya’da bir köy araştırması yapan James C. Scott Weapons of the Weak (1985) kitabında vermektedir. Scott’a göre toplumsal olarak farklılaşmış kırsal yörelerde, sürekli ve birikimli “köylü direnişinin günlük biçimleri”, köylü çiftçilerin koşullarını, ara sıra gerçekleşen, daha yaygın tanınan çatışma ve isyan hareketlerinden daha fazla iyileştirmektedir.35

35 Bu nedenle Scott (2005) çağdaş “küresel tarımsal direniş” iddialarını kuşkuyla karşılamaktadır (bkz. 9.Bölüm).

Sermayenin çıkarlarına ve her şeye kadir oluşuna tek taraflı vurgu yerine, gene benzer biçimde tek taraflı kahramanlık ve sıradanlık arasında değişen çeşitli ölçeklerdeki direniş öykülerini koymak yararlı mıdır? 122

Daha genel olarak basitçe sömürgeci dayatmaların karşısında edilgen kurban ya da aktif muhalif olmak yerine birçok köylü, meta üretimine geçiş (geçimlik tarımın metalaşması) için daha iyi ya da olumsuz koşullarda, daha çok ya da az toprak ve işgücü kaynaklarını seferber ederek, daha çok ya da az başarılı olarak muzakere etmeye çalışmıştır. Benzer bir durum sömürgecilikten kurtulduktan sonra “ulusal kalkınma” dayatmasına karşı da görülür.123

Bazı durumlarda savaş sonrası dönemde tavandan yapılan toprak reformları, “köylü savaşlarıyla” simgelenen toplumsal altüstlük “tehdidine” karşı ve toplumsal devrimi önlemek amacıyla yapılmıştır. Böyle reformların örnekleri, 1940’larda ve 1950’lerde ABD’nin askeri işgali altındaki İtalya, Japonya ve Kore’de; Küba Devrimi sonrasında ABD öncülüğünde İlerleme için İttifak şemsiyesi altında1960’lar Latin Amerika’sında görülür. Tavandan kaynaklanan diğer bazı toprak reformları farklı çaptadır ve farklı araçlar kullanılmıştır. Bunlar 1950’ler ve 1970’ler arasında çeşitli milliyetçi, modernleşmeci rejimlerce uygulamaya konmuştur: Nehru’nun bağımsız Hindistan’ında, Nasır’ın Mısır’ında ve son şahın İran’ında. 125

Tepeden girişilen toprak reformları, 1970’lerden sonra tarımsal ve kalkınma politikalarının gündeminden düştü ama 1990’larda piyasa temelli reformlar olarak yeniden icat edildi; bunun ilkesi “satmaya hazır satıcı” ve “satın almaya istekli alıcı” idi. Tarımsal Kalkınma için Uluslararası Fon bu konuda şunu söylüyor: “Önceki tarım reformları gereksiz yere kamulaştırmacı, devletçi ve tepeden inmeciydi. ‘Yeni dalga’ toprak reformları merkezi değildir, piyasa dostudur, sivil toplum hareketlerini içerir ve konsensüse dayanır; bazen de haklı ve kalıcı mülkiyet haklarıyla tutarlıdır ve gerçekleştirilebilir niteliktedir” (IFAD 2001: 75, abç). 125

Tepeden yapılan toprak reformlarının iktisadi mantığı, küçük çiftçilerin toprak sahipliğini güvenceye almak ve doğru teşviklerle verimliliği artırmaktı; çünkü büyük toprak sahipleri topraklarını ekmiyor, spekülasyon amaçlı kullanıyor ve aldıkları rantları tarıma yatırmıyorlardı. Bu nedenle tepeden yapılan toprak reformları, modernleşmeyi temsil ediyor, ticari olarak başarılı kapitalist çiftlikleri parçalamayı değil, daha ziyade onları teşvik etmeyi amaçlıyordu. 126

Chanchol’un tavsiye ettiği gibi bazı “modernleştirmeci” toprak reformları tarımda kapitalist gelişimi hızlandırmıştır. Ama madalyonun öbür yüzü, birçok durumda kırsal kesimin en yoksullarının, daha zengin “köylülerden” ve ileride kapitalist çiftçi olabileceklerden daha az toprak almasıdır. Bunu Hindistan, Mısır, İran ve Latin Amerika’nın çoğunda görürüz. 126

Bölüm 8 Kırsal Kesimde Sınıfsal Oluşum

Bir sınıfı, anlamlı herhangi bir biçimde, arzulara ve değerlere bakarak tanımlayabilir miyiz?

“Aile Çiftçiliği”nin Sınıfsal Dinamikleri

Tabii, küçük ölçekli çiftçiliğin metalaşma süreci büyük çeşitlilik gösterir. Marx –ve Karl Polanyi (1957) gibi diğerleri için– toprakların çitle çevrilerek özel mülkiyete dönüştürülmesi, İngiltere’deki ilkel birikimin kritik dönüm noktasıydı ( 3. Bölüm); ama üretimin ve yeniden üretimin değişik öğelerinin metalaşmasında başka bir silsile de olabilir. Örneğin bir tür sömürge tipi sıralamada önce ürünler metalaşıyordu –tipik olarak “zoraki ticarileşmeye” başlayabilmek için– sonra bazı tüketim vasıtaları, daha sonra da araçlar ve emekçinin kullandığı diğer araçlar, sonra işgücünün kendisi, en son olarak da toprak meta haline geliyordu. Güney’in bazı kırsal bölgelerinde toprakta, yasal dayanağı olan özel mülkiyet hakları hâlâ yerleşmemiştir; bu duruma karşı direnişler ve tartışmalar sürmektedir. Ama bu, tarımda meta ilişkilerinin gelişimine engel değildir; yasal olarak olmasa da pratikte “bölgesel piyasalarda” toprakta özel mülkiyet varmış gibi davranılmaktadır. 130

1940’larda sömürgecilik döneminin sonunda, daha önce de Latin Amerika’da küçük çiftçiler ya da köylüler, “iktisadi güçlerin yavan zorunluluklarıyla” meta üretiminin içine hapsolunmuşlardı. Böyle bir durumdan sonra, Lenin’in (1964a) adlandırdığı gibi zengin, orta ve yoksul köylüler olarak sınıfsal farklılaşma eğilimi ortaya çıkar.

• Üretken varlıkları biriktirebilen ve büyük ölçekte kendilerini sermaye olarak yeniden üretebilen, genişlemiş yeniden üretime girebilenler Lenin’in “zengin köylüler” dediği, yeni kapitalist çift çilerdir.

• Kendilerini sermaye olarak yeniden üretmeye çalışırken, çiftçilikleriyle işgücü olarak yeniden üretenler ve benim basit yeniden üretim cenderesi içinde olduğunu söylediğim kişiler yoksul çift çilerdir, Lenin’in “yoksul köylülerinin” karşılığıdır.132

Orta çiftçiler, özellikle belirli bir alanda göreceli istikrarlı küçük meta üreticileri olanları, tarım popülistlerinin kalbini kazanmışlardır (7. Bölüm; gerçekten de bu tür çiftçiler bazı sömürge yönetimleri tarafından ideal olarak görülmekteydiler). Bazen kapitalizm öncesinin kırsal kesiminde, “orta köylünün” tipik olduğu varsayımıyla karşılaşılır ve romantik biçimde bunun, özünde eşitlikçi olduğu öne sürülür. Dolayısıyla zengin ve yoksul köylü kutuplaşması talihsiz bir sapma; köylü toplumlarının dışından gelen, iyi durumun bir tür şanssız biçimde kaybedilmesi olarak görülür. Burada önerilen teorik şemada değişik bir bakış açısı yeğlenmektedir: Orta çiftçiler de sınıfsal farklılaşmanın sonunda ortaya çıkmışlardır 133

Bu nedenle “orta” aile çiftçileri bile meta üreten işletmelerini, bu maliyetleri karşılayamayan ya da riskleri üstlenemeyen, bunları yapabilenler karşısında kaybeden yoksul komşu çiftçilerin zararı pahasına meta üreten işletmelerini kurabilirler. Yoksul üreticiler muhtemelen çiftçilik yapamaz hale gelmekte ya da kredi bulabilirlerse, borç yükü altında (Bölüm 1’de tarif edildiği gibi) marjinal çiftçiliğe kaymaktadırlar. 133

Diğer bir genel tema ya da hipotez çiftçilerin pratiklerinin, refahlarının ve beklentilerinin büyük ölçüde çiftçilik dışı faaliyetleri ve gelirleriyle belirlenmesidir. Bunlar, emeğin ve sermayenin yeniden üretimi için gerekli olan tüketim ve yatırım fonlarıdır. Ellis’e göre (1998: 10) “Tarım dışı gelir kaynakları gelişmekte olan ülkelerin tarımsal hane halklarının yaşam düzeyini tanımlarken şüphe götürmez biçimde kritik bir öneme sahiptir.” Bu kırsal “geçim yollarının çeşitliliği”, koşullara bağlı olarak sınıfsal farklılaşmayı artırabilir ya da geciktirebilir. 135

Theodor Shanin (1986: 19), Çayanov’un eserlerinin yayınlanmasından 60 yıl sonra onun mirasını da hesaba katarak şu gözlemi yaptı: “Kırsal toplum ve problemleri artık onların kendi terimleriyle açıklanamaz; bunlar, tarımdan daha kapsamlı olan, emekçi ve sermaye hareketleriyle açıklanmalıdır.” Sermaye açısından bunun bir yönünü çiftliğin ötesinde tarım olarak adlandırabiliriz. Beşinci bölümde, modern kapitalizmin, iktisadi ve siyasi olarak, tarım ile “tarım sektörü” ayrımını yerleştirdiğinden bahsetmiştik. Bunun içine “kırsal kesimin dışından gelen tarımsal sermaye”yi de koyabiliriz; kentli girişimciler (buna politikacılar, memurlar, askeri personel ve zengin profesyoneller de dahildir), tarımsal gıda şirketleri gibi, toprağa ve çiftçiliğe yatırım yaparlar. 139

Buna çiftliğin ötesinde kırsal emek diyoruz. Bunların kaynağı, kendi başına çiftçilik yapamayacak durumda olan tam “proleterleşmiş” topraksız işçiler ve geçimlerini, yeniden üretimlerini tarımdan karşılayamayan yoksul marjinal çiftçilerdir. Her iki emekçi kategorisinin toplumsal sınırları çok akışkandır; hem komşu çiftlikler (küçük meta üreticileri ve kapitalist çiftçiler) tarafından, hem de mevsimlik işçi olarak uzak bölgelerdeki küçük meta üreticileri ve kapitalist çiftçiler tarafından istihdam edilebilirler, hatta ülkelerinin ya da başka ülkelerin kasaba ve şehirlerinde iş bulabilirler. Bugün Güney’in kırsal kesimlerinde çok önemli bir toplumsal gerçeklik olan bu emekçilere, Jan Breman (1996) “başıboş emekçiler” demektedir; bunların yaptığı tür çiftçilik, sınıfsal dinamiklerle biçimlenmektedir. 140

Onlar kendilerini yeniden üretebilmek için bütün araçlarını kaybetmiş olmayabilir; “Kapitalizmin özgür, topraksız işçiye ihtiyacı olduğuna dair teorik önermenin, aşırı klişe biçiminde anlaşılmasına” karşı Lenin’in uyarısını hatırlamakta yarar var (1964a: 181). Ama çoğu kendilerini yeniden üretmek için yeterli araçlardan mahrumdur; bu da onların küçük meta üreticileri olarak yaşayabilmelerinin sınırlarını gösterir.141

Güney’in çalışan yoksulları yeniden üretimlerini güvensiz ve baskıcı koşullarda yürütürler. Ücretli istihdam ve küçük çaplı “kayıt dışı ekonomi”deki işler de giderek azalmaktadır; pek çok durumda marjinal çiftçilik olanakları da kıtlaşmaktadır. Gerçekten de bunlar yaşamlarını, çeşitli ücretli işçilik ile kendi hesabına çalışmayı birleştirme yoluyla sürdürebilmektedirler.42 Ayrıca birçoğu yaşamlarını, toplumsal işbölümünün değişik yerlerinde sürdürebilmektedir: Kent, kırsal kesim, tarım, tarım dışı, ücretli işçilik ve (marjinal olan) kendi işi. Çalışan yoksulların, toplumsal konumları ve kimlikleri arasında gelgitler yaşaması, sınırları iyice akışkan hale getirir ve sabit, bir örnek “işçi”, “çiftçi”, (küçük) “satıcı”, “kentsel”, “kırsal”, “istihdam edilen” ve “kendi hesabına çalışan” varsayımlarına meydan okunur. 141

Bölüm 9 Sınıfın Karmaşıklığı

Özetle, kapitalizmde sosyal pratiklerdeki “belirlenimler” açısından sınıf ilişkileri evrensel ama biricik değildir. Bunlar başka sosyal farklılaşmalarla ve bölünmelerle kesişir ve birleşir; en yaygın olanı cinsiyetçiliktir ve bunun içinde baskılayıcı ve dışlayıcı ırk, etnik yapı, din ve kast da vardır. Bunlar zorunlu olarak kapitalizmden kaynaklanan sosyal farklılıklar ve bölünmeler değildir, ne de zorunlu olarak “sermayenin çıkarlarıyla” açıklanabilirler. Kapitalist dünyada ne varsa bunları, “sermayenin çıkarlarına” hizmet ediyor (işlevselci açıklama) diye düşünmek ile var olan nelerin kapitalist sosyal ilişkilerin sonucu olarak nasıl ortaya çıktığını araştırmak arasında önemli bir fark vardır. 143-4

Ne sermayenin egemenliğini ahenk içinde ve çıkar birliği amacı etrafında yürüttüğünü, ne de ahlaki bir düzen olarak ya da siyasi stratejilerini ve pratiklerini ideolojik yönden haklı göstermeye çalışırken tutarlı olduğunu varsaymalıyız. Sermaye sınıflarının, kârlarını ve birikimlerini sürdürürken, meşruiyet ya da en azından işleri yürütme biçimlerinin kabul görmesini isterken, kapitalizmin sosyal çelişkileriyle karşılaştıklarında ve bunları sınırlamaya çalışırken, nasıl algıları, beklentileri ve değerlendirmeleri olabileceği konusunda, birlik içinde davranmalarının hiçbir garantisi yoktur. 145

Sınıfın siyasi sosyolojisinde, ikinci önemli adım Mamdani’nin dediği gibi koşulların nasıl yaşandığıdır. Bunlar genelde varoluşsal olarak apaçık ve münhasıran sınıf sömürüsü ve baskısı olarak yaşanmaz. Peter Gibbon ve Michael Neocosmos’un (1985: 190) verdiği listedeki gibi belirli kimlikler olarak yaşanır: “Kent/köy sakinleri, sanayi/tarım işçileri, kentli zanaatkârlar ve köylü kadınlar, erkekler/kadınlar, kafa/kol işçileri, gençler/ yaşlılar, siyahlar/beyazlar, bölgesel, ulusal ve etnik farklılıklar vb. 145

Barbara Harris-White ve Nandini Gooptu (2000: 89), sınıfın siyasi sosyolojisinin temel bir konusunu yeniden özetlerken “sınıfla ilgili mücadelenin”, “sınıflar arası mücadeleden” önce geldiğini ve bunun koşulu olduğunu öne sürerler. 145

Günümüz sahra altı Afrika’sında en korkunç savaşların – uluslararası medyada tipik olarak Afrika’ya özgü “kabilecilik” ve “barbarlık” vakaları diye yansıtılan– toprakla ilgili mücadeleleri ve baskıları kapsayan çok uzun bir tarihinin olması dikkat çekicidir. Bu mücadeleler, sömürgeci siyasi yönetimin ve toprak rejiminin bıraktığı miras nedeniyle biçim değiştirmiş; metalaşma modellerince biçimlenmiş; iklim değişikliğiyle ve örneğin Ruanda ve Doğu Kongo’da (Pottier 2002), Sierra Leone ve Fildişi Sahili’nde (Chauveau ve Richards 2008) ve Darfur’da (Mamdani 2009) olduğu gibi uluslararası aktörlerin çeşitli ve tercih ettikleri müdahalelerle doğal kaynakları sömürmesiyle, şiddetlenmiştir. Bunlar, “bölgesel, etnik ya da dinsel yaftalı gruplar arası mücadelelerdir” (Peters), ama aynı zamanda “görünmeyen ve açıkça söylenmeyen” biçimlerde kendi sınıfsal dinamiklerini barındıran mücadelelerdir (Peters 1994: 210). 148

“Toprağın İnsanları”

Günümüzün neoliberal küreselleşme dünyasında yeni tip tarımsal hareketler vardır ve bunu savunanlara göre bunlar bütün “küçük” çiftçileri ya da “küçük ve orta olcekteki ciftcileri” kapsamaktadır (Desmarais 2007: 6; abç); Güney’de ve bazen Kuzey’deki “aile” çiftçileri de “toprağın insanları”na dahil edilmektedir. Bu grubun siyasi projesinin şunlar olduğu iddia edilmektedir:

• “Her yerde çift çi nüfusun aleyhine olan tarımın küresel şirketleşmesine”

karşı muhalefet (McMichael 2006: 473; abç) ve

• “Evrensel bir mal olarak kırsal kültürel ekolojinin, küresel tarımsal direniş aracılığıyla yeniden değer kazanması”, bir “tarımsal karşı hareket”in, “köylü tarzının” muhafazası ya da yeniden kazanımı için uğraşması. Bu tür hareketlerin en bilinen örneği ise La Via Campesina’dır (ibid: 472, 474, 480).

Küresel bir “tarımsal karşı hareket”in gerçekten var olup olmadığı ve hangi anlamda etkisi olduğu gibi sorular tartışılmayacak.43 Burada kendimi Philip McMichael’in “toprağın insanları”nı birlik içinde, aslında şirket sermayesince sömürülen tek bir sınıf olarak gören tutkusuna işaret etmekle sınırlayacağım.

Bu tutku, uzun tarım popülizmi geleneğinin günümüz neoliberal küreselleşme koşullarında yeniden ele alınmasını ve genişletilmesini ifade etmektedir. “Toprağın insanları”nın herhangi bir birlikteliği varsayılamayacağı için bu, belirli tarımsal değişimlerin çeşitli özgüllüklerini, değişik kırsal sınıfların koşullarını (iktisadi sosyoloji) ve mücadelenin belirli tarihlerini, deneyimlerini ve kültürlerini (politik sosyoloji) kapsayan heterojen yerel, bölgesel ve ulusal “çiftçi” hareketlerinden kurgulanabilir. 150

MST, Brezilya kırsalının örneğin Kuzeydoğu’nun şeker kuşağındaki eski plantasyonlardan Güney’in küçük çiftçilerine kadar uzanan değişik toplumsal yörelerden gelen bütün üyelerini birleştirmek amacıyla sınıfsal bir söylemi benimsemiştir. Bu insanların deneyimleri değişik beklentilere kaynaklık eder ve MST yerleşimlerindeki küçük meta üreticileri dahil, toplumsal örgütlenmeler ile bireysel yaşamlar arasındaki ilişkileri etkiler; bunlar da sıklıkla hareketin önderleri ve hayranlarının tahayyüllerindeki ortak ideallerden uzak düşer (Wolford, 2003).

Bir ulusal hareket olarak MST’de, belirli işçi gruplarının ve küçük çiftçilerin kendi içlerinde ve aralarında farklılıklar görülür; Hindistan’da ülke çapındaki “yeni çiftçi hareketlerinin” bazılarında ise sınıfsal ayrımlar daha açıktır. Karnaka Devlet Çiftçileri Birliği, (KRRS) genetiği değiştirilmiş pamuk tohumuna karşı muhalefetiyle ülke çapında tanınmıştır ve uluslararası La Via Campesina örgütünün üyesidir. Bununla birlikte bu örgüt, zengin ve orta çiftçilerce kurulmuş olup onların çıkarını gözeterek çalışmaktadır; kırsal işçileri sömürmekte ve baskı altında tutmakta; kimyasal gübreye sübvansiyon verilmesi için kampanyalar yürütmektedir. Kısaca, “küresel tarımsal direniş” örneği olarak gösterilen KRRS’nin toplumsal ve ekolojik açıdan karnesi hiçbir şeyi gizlememektedir. 151

[K]itabın girişinde sözü edilen “büyük resme” ilişkin bir soru da ben eklemeliyim: Tarımsal “karşı hareketlerin” ve bunları destekleyenlerin, “az girdili tarıma” dönerek küçük ölçekli çiftçiliğin, “köylülerin” dünya yiyeceğinin başlıca üreticileri oldukları zamana göre şimdi çok daha fazla ve kentsel olan dünya nüfusunu besleyebileceği iddiaları ne kadar akla yakındır? 153

Sonuç

Özellikle pratikte, yerelden küresele kadar, tarımsal değişimin ilerici politikalarını geliştirmeye çalışan aktivistler bu çetrefilliklerle karşı karşıyadır. Bu amaç için bazı çekici sloganlar ve kahramanlar ile kötü adamların, “iyiler” ile “kötülerin” listeleri yeterli olmaktan uzaktır. Aktivist hareketler, değiştirmeye çalıştıkları karmaşık ve çelişkili sosyal gerçeklerin analizini yapmak durumundadırlar. Kapitalist bir dünyada sınıfsal dinamiklerin kavranması bu tür analizlerin merkezinde yer almalı ve onların ayırt edici niteliği olmalıdır. 153

Yorum bırakın